Osmanlı Tarihinin Maddesi Ve Unutulmaz Mührü – M. Sinan Mert

Kıvılcımlı’nın Deleuze-Guattari ve daha da önemlisi Gramsci ile ilişkilendirilmesi de önemli, yalnız burada Erdoğan bu bağlantıyı kurmak için Cenk Ağcabay’a referansla Doktor’un Labriola okumasını kullanıyor, oysa Gramsci ile Kıvılcımlı’yı son kertede hegemonya kurma, halkın gönlünü kazanma bu açıdan da ekonomi dışında kültür sahasına girmeye sevk eden ortak bir gerçeklik vardı, geciken devrim ve onun yerine yaşanan faşizm.

Tarih Vakfı’nda Marksizm ile ilgili nitelikli seminerlerin düzenlenmesi ve bunlara gençlerin ağırlıklı olduğu önemli sayıda dinleyicinin katılması son derece sevindirici. Düzenleyenler, sunumların transkriptlerini de paylaşıyorlar, böylece katılmasak da sunumları izleme şansı bulabiliyoruz. Seminerlerden birisine katılabildim, Hakan Koçak tarafından yapılan Marksizm ve Tarih tartışmasını takip etmek çok güzeldi. Seminerin soru cevap bölümünde, Osmanlı’nın üretim tarzının ne olduğuna dair bir tartışmanın hararetli bir biçimde yürütülmesine hem şaşırdım hem sevindim hem de üzüldüm. Şaşırdım, neredeyse 1960’lardan beri yürüyegelen bir tartışmanın hala karşılık bulabileceğini düşünmezdim. Sevindim Marksizm’in toplumsal tarihimizi nasıl değerlendirdiği üzerine yürütülecek ciddi bir tartışmanın günümüzü anlamak açısından verimli sonuçlar doğurabileceğini düşünüyorum. Gerçi salonda yürüyen tartışma pek derinleşmedi. “Osmanlı’da Asya tipi üretim tarzı mı yoksa feodalizm mi hakimdi?” tartışması hızlıca “feodaldi” noktasına kitlendi. Oysa Osmanlı’nın Fatih sonrasındaki üretim tarzı, feodalleşme eğilimlerini taşıyan ancak hiçbir zaman tam olarak feodalleşemeyen bir toplumsal sistem olarak görülmeli. Feodalleşme zirvesine 1808 Senedi İttifak ile ulaşmıştı ancak 2. Mahmut sonrasında Batı devletlerinin Osmanlı’yı yekpare tutma çabasının sonucu olarak yeniden merkezileşmişti. Osmanlı’da özel toprak mülkiyetinin ancak 1856’da hukuki hale geldiğinden bahsetmeden feodaldi diye kestirip atmak, ya da feodalizmdeki parçalı iktidar yapısını ve yerelin merkez karşısında sahip olduğu geniş manevra alanının varlığını Osmanlı’da göstermeden bu iddiada ısrar etmek doğru değil.

Üzülmemin sebebi ise Marksizm, Osmanlı ve tarih tartışılırken Kıvılcımlı’dan ve Osmanlı Tarihinin Maddesi eserinden hiç bahsedilememesi oldu. Kıvılcımlı’nın İbn-i Haldun’dan esinlenerek cezaevinde ve dışarıda olduğu sınırlı zamanda yürüttüğü etüdler sonrasında ürettiği Tarih Tezi’ni kullanarak Osmanlı vakasını incelediği kitap, her açıdan ufuk açıcı bir eser olmasına rağmen sunumu yapan hocamız dahil salondaki tüm Marksistler tarafından es geçildi. Türkiye toplumunun tarihinin Kemalist ve İslamcı okumalarının karşısında son derece gerçekçi ve özgün bir sınıfsal okuma koyan Tarih Tezi perspektifi, gerçek bir sosyalist perspektif geliştirmek açısından hala çok önemli bir araç sunuyor. Modernist/ Postmodernist ikileminin dışında kalarak, Osmanlı ve İslam’ın içindeki sınıfsız toplum kozasının sınıflara bölünme ile yaşadığı etkileşim sonrasında ortaya çıkan gerilimleri takip edebilmek açısından Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi hala benzersiz bir kaynak. Osmanlı’nın ruhunun hala yanı başımızda olduğu vurgusunu Kıvılcımlı çok yapardı, Erdoğan’ın “ustalık” döneminin alameti farikası haline dönüşen Yeni Osmanlıcılık ve bu eksende yaratılan, kısmen alıcısı da olan Duşakabinoğulları propagandası bu tespitin ne kadar gerçekçi olduğunun da bir ispatı değil mi?

Necmi Erdoğan’ın Mühürler isimli kitaptaki “Osmanlı Tarihi’nin Maddesi’nin Ruhu” başlıklı yazısı yukarıda anlattığım üzüntü verici eksikliği gidermek açısından çok önemli bir adım. Öncelikle, Kıvılcımlı’nın hakkını en azından Tarih Tezi açısından teslim etmesi ve Kıvılcımlı’dan bahis açılmadan ama tezlerini rahat rahat kullanarak yapılan intihalleri gündeme getirmesi anlamlı. “ ‘Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşu üzerine olan modern literatürde İbn’i Haldun’un yok denecek kadar az zikredilmesini anlamak zordur’ diye yazan birinin tezinin sac ayaklarından biri İbn Haldun olan ve İbn Haldun tartışmasındaki önemi kendisinin de atıfta bulunduğu Hassan’ın İbn Haldun hakkındaki çalışmasında sıklıkla dillendirilen- Kıvılcımlı’yı ‘yok denecek kadar az zikretmesini’ anlamak da zordur.”( Erdoğan, 2019: 85)

Kıvılcımlı’nın Deleuze-Guattari ve daha da önemlisi Gramsci ile ilişkilendirilmesi de önemli, yalnız burada Erdoğan bu bağlantıyı kurmak için Cenk Ağcabay’a referansla Doktor’un Labriola okumasını kullanıyor, oysa Gramsci ile Kıvılcımlı’yı son kertede hegemonya kurma, halkın gönlünü kazanma bu açıdan da ekonomi dışında kültür sahasına girmeye sevk eden ortak bir gerçeklik vardı, geciken devrim ve onun yerine yaşanan faşizm. Komintern geleneğini çok yakından takip eden ancak Moskova ile ruhen olmasa da zihnen mesafeli duran bu iki devrimci/aydın ülkelerinde devrimi inşa edebilmek için Marksist teorinin olanaklarını geliştirmeye çalışıyorlardı. Her Labriola okuyanın Gramsci, her İbn Haldun okuyanın Kıvılcımlı olamayacağı yeterince açık değil mi?

“Son olarak, sözünü ettiğimiz hakim entelektüel suskunluğun, Kıvılcımlı’nın bilgiyle kurduğu ilişkinin “akademik” değil politik ve teorik politik olmasının homo academicus açısından huzursuz edici olmasıyla da ilgisi olabileceğini not edelim”. Marksizmin akademiye sıkışması esası mücadele olan bir düşünsel akımın cansızlaştırılmasının en önemli aşaması oldu, Lenin-Troçki-Gramsci-Kıvılcımlı gibi siyasi ihtiyaçları teori yoluyla gidermeye çalışan akım, Althusser sonrasında teoriyi kendi kuyruğunu yiyen bir yılana dönüştüren akademik saplantılara yenik düşürüldü. Bugün dünya ateş yerine dönmüşken Marksist üretimin sükûnetini koruması, akademinin dışındaki Marksizm üretiminin akademi hegemonyasına daha da fazla girmesi ile alakalı büyük oranda. Marksizmin devrimci alımlanması ancak akademi dışında mümkün; var olsun Kıvılcımlı, hala öğretmeye devam ediyor…

Yazarın Diğer Yazıları