Kürtler ve Dörtlü Mengene – M. Sinan Mert
Kürtlerin büyük bedeller ödeyerek olanaklı hale getirdikleri özgürleşme olanaklarının son kertede yine uluslar arası bir uzlaşı tarafından ezilmek istenmesine, Kürtlerin mecbur kaldıkları ittifakları gerekçe göstererek sessiz kalmak hatta neredeyse müstehzi bir ifadeyle seyirci olmak solculukla/sosyalistlikle ilişkili bir durum olamaz.
Kürtlerin kendi bağımsız devleti olmayan en büyük nüfuslu halk, tarihsel olarak yaşadıkları coğrafya olan Kürdistan’ın da bölgedeki diğer dört ulus devletin denetiminde olması, işleyişi neredeyse süreklilik arz eden bir sarkaç hareketi yaratıyor. Kürtlerin özgürleşme olanakları bu dört devletin güç ve konsolidasyonu ile ters orantılı olarak artıyor ve azalıyor. Bu devletlerin güç ve konsolidasyonunu azaltan dışsal etkenler, Kürtlerin otonom davranabilme yeteneklerini arttırıyor. Arap Baharı adı verilen halk isyanları dinamiği Arap coğrafyasındaki statükoyu sarsınca Batı’nın hem isyanların yarattığı özgürleşme olanaklarını ezmek hem de konjonktürü Libya ve Suriye gibi kendi denetimi altına alamamış olduğu Arap milliyetçisi devletleri yeniden yapılandırmak ya da uzun erimli istikrarsızlaştırmak için kullanmak istemesi Kürtlerin üzerindeki dörtlü mengenenin gevşemesine yol açmıştı. Rojava böylesi bir konjonktürün ürünü ve tabii ki Kürt halkının olağanüstü özverili mücadelesinin bir sonucu olarak ortaya çıktı. Arap Baharı sürecinin mirası olarak kalan tek ciddi özgürleşme olanağı olarak da dünyanın dört bir yanında ezilenlerin en azından manevi desteğini almayı başardı. Bugün, eşiğinde olduğumuz operasyon aslında bu özgürleşme olanağını ezmeyi amaçlıyor.
Rojava’nın doğduğu konjonktür ile Türkiye’de 2013 yılında başlayan barış ve müzakere süreci arasında doğrudan bir ilişki vardı. Bu dönemde Kürtlerin tepesindeki dörtlü mengenenin iki kilit unsuru Suriye ve Türkiye arasındaki husumetin belirgin bir biçimde gelişmesi ve Arap Baharı’nın, Türkiye’nin çiçeği burnunda siyasal İslamcı iktidarı tarafından Osmanlı’nın Rönesans’ı olanağı olarak görülmesi beklenmedik bir biçimde Suriye’de Kürt kantonlarının doğuşunu olanaklı hale getirdi. Suriye devleti kendisine dönük halk isyanının bir uluslar arası yıkım projesine dönüştürülmesine gözü kapalı bir biçimde payanda olmayı kabul eden Türkiye’ye karşı Rojava’yı büyük oranda PYD’nin denetimine bırakarak çekildi. Türkiye’de iktidarda bulunan AKP-Cemaat koalisyonu ise Türk devletinin Kürtlere karşı savaş hafızası olan Ergenekon şebekesini büyük oranda etkisizleştirmiş durumda ve yavaş yavaş kendi aralarındaki hesaplaşmanın ipuçlarını verir bir aşamadaydılar. Türk devleti içindeki bu yeni fay hattı İmralı ile Saray arasında, Suriye devletine ve Cemaat’e karşı birlikte tutum alma noktasında yakınlaşma olanağı yarattı. Saray, Kürt hareketinin silahlı unsurlarını Suriye’ye itmek ve onların da Baas rejimin yıkımı sürecine katılmasını teşvik etmek istiyordu. Eli kulağında görünen Müslüman Kardeşler iktidarı Suriye’de başa geçince de Kürt sorunu bir biçimde Suriye’de hal edilecekti. Saray böylece aynı süreç içerisinde hem Cemaat’ten hem de PKK’den kurtulmayı mümkün kılacak bir plan geliştirdiğini düşünüyordu. Kürt hareketi ise 3. yol siyaseti ile Suriye devletiyle istendiği oranda savaşmayıp, ÖSO’ya katılmayı reddedince, üstüne üstlük BAAS da Kaddafi’den çok daha dirençli çıkınca bu sefer Kürtlerin yarattığı siyasi olanağı IŞİD eliyle yok etme planı devreye sokuldu, bu plan ise Türkiye’de paldır küldür işleyen müzakere sürecinin toprağa gömülmesine yol açtı. 7 Haziran ve özellikle de 15 Temmuz sonrası kurulan post-Cemaat iktidar bloğunun harcı Arap Baharı sonrasında oldukça güçlenen Kürt siyasi varlığının yok edilmesiydi. Türkiye’de hendek savaşları ile başlayan geri püskürtme harekatı, Güney Kürdistan’da referandum ve Kerkük’ün Kürtlerden alınması, Afrin’in düşürülmesi ile bugünlere kadar geldi. Rusya’nın merkezinde olduğu Astana süreci Kürtlerin tepesindeki dörtlü mengenenin reorganizasyonu açısından çok önemli bir rol oynadı.
Kürtlerin bölgede bu biçimde yalnızlaştırılması ve dörtlü mengenenin dinamikleri anlaşılmadan Kürt siyasi hareketinin başta ABD ile geliştirdiği uluslar arası ittifaklar anlaşılamaz. Kürtlerin büyük bedeller ödeyerek olanaklı hale getirdikleri özgürleşme olanaklarının son kertede yine uluslar arası bir uzlaşı tarafından ezilmek istenmesine, Kürtlerin mecbur kaldıkları ittifakları gerekçe göstererek sessiz kalmak hatta neredeyse müstehzi bir ifadeyle seyirci olmak solculukla/sosyalistlikle ilişkili bir durum olamaz.
Trump bir konuşmasında Türklerle Kürtleri tarihsel düşmanlar olarak tarif etmiş. Oysa ne Türkler, Kürtler ne de Araplar, Farslar, Ermeniler, Süryaniler arasında böylesi bir doğal düşmanlıktan bahsedilemez. Bu burjuva milliyetçiliğinin ve ulus devlet takıntısının ürettiği modern bir olgudur. Bu bahsedilen düşmanlık “doğal ve tarihsel” olsaydı Ortadoğu bunca katliama rağmen böylesi bir Babil bahçesi, halklar mozaiği olarak kalmaya devam edebilir miydi? Toplumlarımızın ürettikleri zenginliklerin üzerinde oturan %1’ler milyonları oradan oraya savurarak, her savaş ve yıkıma yeni bir inşaat ve kar olanağı olarak bakarak, kadim halklarımızı birbirine karşı düşmanlaştırarak yağmalarının bekasını sağlamaya çalışıyorlar.
Türkler, Araplar ve Farslar; Kürtlerin tepesindeki dörtlü mengenenin aslında kendi yaşamlarını çekilmez kılan bir sosyopolitik düzenin sürdürücüsü olduklarını anladıklarında ve Kürtlerle birlikte bu mengeneyi sökmeye davrandıklarında finans kapitalin planları buza yazılmış hale gelecek.
Bu yüzden bizim yerimiz Kürtlerin özgürlük ve kardeşlik mücadelesinin yanıdır, ne pahasına olursa olsun…