Reformist Olmayan Reformlar Olur mu? -M. Sinan Mert
Kriz bir hayalet misali son yerel seçimlerde olduğu gibi siyasi süreçleri etkilerken, neden krizin sonuçlarına karşı emekçilerin farklı kesimlerini birleştiren bir mücadele inşa edemiyoruz?
Pazartesi günü açıklanan büyüme verilerini haklarında açıklama yapmadan geçiştiren damat Berat, enflasyondaki düşüş sonrasında inandırıcı olmayan “hedeflere ulaşma” retoriği ile ortaya çıktı. Büyüme ile ilgili en çarpıcı sonuç hiç kuşku yok ki kişi başına GSMH büyüklüğünün 2007 öncesi seviyelere dönmesi (2007= 9656 $, 2019= 8807$). Ortaya çıkan rakamları, devalüasyona bağlayarak açıklamaya çalışanlar AKP’nin altın yılları 2002-2007 yılları arasındaki büyüme “atılımı”nın da değerlenen TL’den kaynaklı olduğunu dolaylı olarak itiraf etmiş oluyorlar. AKP’nin sözde ekonomik mucizesinden geriye ne kaldı diye baktığımızda bu tablonun açıkça sergilediği yoksullaşma ile baş başa kalıyoruz. Türkiye böylece “orta gelir tuzağı”ndan da kurtulmuş oluyor. Tabii geri geri giderek!
Enflasyondaki düşmenin de toplam talepteki düşme ile doğrudan alakası var. Reel ücretlerdeki azalma eğilimi kamu işçi ve memur toplu sözleşmelerinden sonra daha da artacak. Merkez Bankası’nın faiz indirimi sonrasında kamu bankalarının tüketici kredisi faizlerini aşağı çekmesi iç talepte, özellikle de inşaat sektöründe herhangi bir artış ortaya çıkarmış değil. Özel tüketim harcamaları iki çeyrektir büyümeyi negatif olarak etkiliyor (Ç1=-2.9, Ç2=-0.6). İç talebin daralması ve liranın değer kaybetmesi sonrasında büyüme büyük oranda ihracat tarafından destekleniyor ( Ç1= 9.4, Ç2=5.7). İhracatın pozitif yöndeki olumlu etkisinin Almanya’daki resesyon potansiyelinden ve ABD-Çin arasındaki ticaret savaşları geriliminden nasıl etkileneceğini ise hep birlikte göreceğiz. Burada ihracattaki artışın Ağustos ayında aniden hız kesmesi özellikle dikkat çekicidir. Temmuz ayında %8,32 artan ihracat Ağustos ayında sadece %1.69 oranında büyüyebildi. Hükümet kanadı bu tabloyu Ağustos ayındaki tatillerle açıklama eğiliminde ancak dünyada giderek artan resesyon kaygısı bu sonucun ortaya çıkmasında çok daha etkili görünüyor.
İç talepteki yetersizlik, yatırımlardaki aşırı daralma (“Yatırım harcamaları 2019’un ikinci çeyreğinde büyümeyi 7.1 puan ile güçlü şekilde aşağı çekti”) kamunun da bütçe açık kotalarını doldurması sonrasında seçimlerin ardından frene basması ile birleşince toplam talepteki azalma fiyatlar üzerinde baskıyı arttırıyor. Döviz kurunun da görece kararlı bir aralıkta dalgalanması maliyetlerde stabilizasyona yol açıyor. Bu yüzden önümüzdeki aydan itibaren enflasyonda çok daha önemli düşüşler yaşanabilir.
Milli gelirin neredeyse 15 yıl önceki seviyelere gerilemesinin yarattığı yoksullaşmanın etkilerini toplumda her açıdan gözlemlemek mümkün. İşsizliğin Cumhuriyet tarihinin zirvesine çıkmasının yanı sıra işi olanların da hızla yoksullaştıklarını hissettikleri bir dönemden geçiyoruz. Bu durum AKP’den kopuşları hızlandırdığı gibi toplumsal cinneti de körüklüyor; zıvanadan çıkan şiddet, ezilenlerin öfkelerini birbirlerine yönelttikleri bir cehennem yaratıyor.
Böylesi koşullarda beklenen, yani emeğiyle geçinenlerin krizin sonuçlarına karşı, canlarının yanmasına tepki olarak örgütlü tepkiler göstermesi ise ortalıkta görülmüyor. Bu dönemde krizin sonuçlarına karşı tepkiler oldukça bireysel bir nitelik kazanmış durumda. İşçilerin bireysel eylemlerle patronlardan alacaklarını tahsis etmeye çalıştığı bir dönemden geçiyoruz. Bu tabloda işçi sınıfı adına devrimci politika yürütme çabası içerisinde olanların anlaması ve aşması gereken büyük sorunlar mevcut. Kriz bir hayalet misali son yerel seçimlerde olduğu gibi siyasi süreçleri etkilerken, neden krizin sonuçlarına karşı emekçilerin farklı kesimlerini birleştiren bir mücadele inşa edemiyoruz? Bugün işçi sınıfı içinde siyaset yürütmeye çalışan hiçbir politik yapının krizle mücadele konusunda iyi formüle edilmiş, net hedeflere sahip ve en önemlisi de işçilerin ortak bilincinde yer etmiş, bilinirlik kazanmış bir siyasi parolası ve taktik hattı mevcut değil.
Bu durum her ne kadar akıl almaz görünse de bir vaka. İşçi sınıfı içinde siyaset üretmeye çalışanların ekonomi ile ilgili meselelerden bu kadar uzaklaşmasının sebebi ne olabilir?
“Sol, çatışmacı yüzleşme stratejisini terk etti çünkü kapitalizmle mücadelesinde yenilgiye uğradı, çünkü küresel kapitalizmin zaferini kabul etti. Peter Mandelson’un dediği gibi ekonomide hepimiz Thatcher’cıyız, bu yüzden Sol’da kalan tek şey tekil mücadelelerden oluşan bir çeşitlilik” (S. Zizek, Sağcı popülizme solun yanıtı ‘me too” mu olmalı?)
Solun genel olarak ekonomi politikası alanında bir yenilgi duygusundan çıkamaması belki anlaşılabilir bir durum. Ama ekonomi politikası olmayan bir solun var olmasının mümkün olmadığı da açık değil mi? Sonuçta sınıfsız toplumun inşası ile ilgili net bir perspektifi olmayan, bunu hele de böylesi kriz koşullarında net bir biçimde dövüştüremeyen bir solun işçi sınıfının bağımsız politik hattını inşa etmesi mümkün olabilir mi? Solcuların, sosyalizmin geniş işçi yığınlarına ekonomik anlamda neler kazandıracağını genel lafları aşarak anlatabilmesi bugünün dünyasında, yakasını krizden kurtaramayan finansal kapitalizm çağında bir zorunluluktur. Bu sorunun çözülmesi solun varlık-yokluk meselesidir. Tam da çalışma sonrası toplumun kapısına dayanıldığı, gelir dağılımındaki aşırı bozukluğun en kör göze battığı, krizin ancak köklü bir yeniden paylaşım ile, kişisel servetlerin toplumsallaştırılması yoluyla aşılabileceği bir momentte bu zorunluluk çok daha net görünüyor.
“Bugün devrimci talepler naif, reformist talepler ise nafile görülüyor. Tartışma çoğunlukla bu noktada son buluyor, iki taraf da birbirini suçluyor ve koşullarımızı değiştirecek stratejik gerekler unutuluyor. Bu yüzden bizim önerdiğimiz talepler, reformist olmayan reformlar olarak tasarlandı. Bununla üç şeyi kast ediyoruz. İlk olarak, bu taleplerin kapitalizmi ödün verebileceğinden daha fazlası için zorlayan ütopyacı bir yanı var. Bu da onları kibar istekler olmaktan çıkarıp kavgacı, uzlaşmaz ve ısrarcı taleplere dönüştürüyor. Böyle talepler ütopyaların gelecek merkezli yönelimlerini, taleplerin doğrudan müdahalesiyle birleştiriyor ve “özür dilemeyen bir ütopyacılık” oluşturuyor. İkinci olarak, bu reformist olmayan önderiler günümüz dünyasındaki gerçek eğilimleri temel alır ve bu eğilimlere devrimci hayallerin veremediği yaşam gücünü verir. Üçüncü ve en önemlisi bu tür talepler mevcut siyasi dengeleri değiştirir ve meydana gelecek gelişmeler için bir platform inşa eder.” (Srnicek,N. ve Williams, A. “Geleceği icat etmek-postkapitalizm ve çalışmanın olmadığı bir dünya, Deli dolu yayınları)
ABD’de “demokratik sosyalizm” çizgisi kendisini böylesi bir zeminde ifade ediyor.
Biz de ancak kendi “reformist olmayan reformlar” programımıza kriz cehenneminde kavrulan işçileri ve alt orta sınıfları örgütleyebildiğimiz oranda Türkiye’nin bu yapısal krizine yanıt üretecek bir devrimci politik aktörü yapılandırabileceğiz.
PS: I. Wallerstein’ın bizim neslin Marksizm’e yönelmesinde payı büyüktür, kendisi bir Marksist olmasa da durum budur. Üzerimizde büyük emeği olan kendisini unutmayacağız. “Bildiğimiz Dünyanın Sonu” tam bugünlerde okumalık!