Sınıfın Geri Dönüşü – M. Sinan Mert
Türkiye’de 29 dolar milyarderi, 180.000 dolar milyoneri ile 7 milyon işsiz, 10 milyon asgari ücretli nerede namaz kılarlarsa kılsınlar, öldüklerinde nereye yatarlarsa yatsınlar uzlaşmaz çelişkiye sahip sınıflardır ve hiçbir yerli milli masal artık bu gerçeği gözlerden gizleyememektedir.
Toplumların tarihinde iktisadi ve politik krizin bu seviyede rezonansa gelmesi çok sık rastlanan bir durum değil. İktisadi krizlerin doğrudan siyasi sonuçlar yaratacağı beklentisi her zaman gerçekçi olmasa da 2019 Türkiye’sinde çok ciddi altüst oluşların eşiğinde olduğumuzu düşündürecek emareler birikiyor. Türkiye kapitalizminin son 18 yılına damgasını vuran hegemonyanın zayıflaması ise toplumun içerisindeki gerçek fay hatlarına işlerlik kazandırıyor. AKP ile finans kapital arasındaki ittifakın gerçek zemini, partinin yoksulluğu yönetebilme kapasitesi ve ezilen sınıfların otonom hareketini görünmez kılma yeteneğiydi. Gerçekten de 12 Eylül faşizminin geride bırakılmasının Kürt halkının direnişi ile birlikte öncüsü 1989 Bahar eylemleri, Büyük Zonguldak yürüyüşü, kamu çalışanları hareketinin hızlı ve 90’lara damgasını vuran çıkışı, Türk-İş’e bağlı işçilerin zaman zaman kendi konfederasyon başkanlarını bile ağaçlara tünemek zorunda bırakan periyodik ve etkili Ankara eylemleri 2000’lerde AKP iktidarı altında büyük oranda unutuldu. Gazi Direnişi sonrasında ortaya çıkan ve 1996 1 Mayıs’ıyla doruğa çıkan “varoşlar” korkusu da AKP iktidarı sayesinde aşıldı. 1996 1 Mayıs’ı sonrasında bir kodomanın “varoşlardan gelecekler ve gırtlaklarımızı kesecekler” yorumu bu korkunun ifadesiydi. Dolayısıyla AKP, Anadolu burjuvazisini bir yandan özellikle inşaat ve kentsel rantlarla merkeze taşırken diğer yandan da finans kapital açısından dikensiz bir gül bahçesi yaratmayı başardı.
Bugün AKP bu tencereye kapak olma kapasitesini kaybettikçe sınıfsal çelişkilerin daha fazla göze batacağı bir noktaya geliyoruz. Hegemonya etkisizleştikçe iktidar açısından kimi noktaları daha belirgin bir biçimde dikte etmek zorunluluk haline geliyor. Bu açıdan Erdoğan’ın sınıfsal çelişkilerin “fıtratımıza ters” olduğuna dair açıklamasını gözden kaçırmayalım. Burada Erdoğan açıkça Marksizmle polemiğe girişerek şöyle diyor: “Toplumu yaptığı işlere göre sınıflara bölmek, bunların çatışmalarından sonuçlar çıkarmak, oradan ideolojik kuramlara sıçramak gibi hususların bizim dünyamızda, bizim medeniyetimizde, bizim kültürümüzde yeri yoktur.” Kemalizm ile AKP ideolojisi arasında derin uçurumlar olduğunu düşünenler Feyzioğlu’nun “green passport” coşkusunun yanına bir de 1930’ların sınıfsız-imtiyazsız toplum soslu Mussolini-Hitler hayranlıklarını koyarak bir daha düşünsünler. “Eğer bir fabrikada patronla işçiler aynı iftar sofrasında buluşuyor, camide aynı safta namaza duruyor, mezarlıkta aynı sırada yatıyorlarsa, ahlaken orada sınıf ayrımı olmaz, olamaz”. Türkiye’de 29 dolar milyarderi, 180.000 dolar milyoneri ile 7 milyon işsiz, 10 milyon asgari ücretli nerede namaz kılarlarsa kılsınlar, öldüklerinde nereye yatarlarsa yatsınlar uzlaşmaz çelişkiye sahip sınıflardır ve hiçbir yerli milli masal artık bu gerçeği gözlerden gizleyememektedir. Finans kapitalin AKP’ye karşı konuşmaya başladığı izlenimi oluşturan değerlendirmeler aslında hegemoyanın zayıflamasının yarattığı alanlarda gerçekleşiyor ve esas olarak hükümetin krizin faturasını emekçilere daha net bir biçimde çıkarması arzusunun bir ifadesi olarak okunmalıdırlar. Finans kapitalin seçimlere dair eleştirisi bir demokratikleşme beklentisi ile değil yeni bir seçimin örneğin kıdem tazminatı ile ilgili “yapısal reformu” ertelemesinden kaynaklı bir kaygı ile ilintili ele alınmalıdır.
Yatırım Ortamının İyileştirilmesi Koordinasyon Kurulu’nun kabul ettiği maddeler finans kapitalin bu yöndeki beklentilerini ifade etmesi açısından çarpıcı. Belirli süreli sözleşme yapabilme sayısının dörde, deneme süresinin 2 aydan 6 aya, telafi çalışmasının 2 aydan 6 aya, denkleştirme süresinin 2 aydan 4 aya çıkarılması Erdoğan’ı açıkça tekzip etmiyor mu? İşsizlik sigortasından işsizlerden çok patronları besle, kıdem tazminatını tartışmaya aç, işgücü maliyetlerini düşürmek için elinden geleni yap, halkın vergilerinden finanse edilen kaynaklarla devlet bankalarını patronlara ucuz kredi üretmekle görevlendir ama “sınıflar çatışması” yok değil mi? Binali’nin “İmamoğlu beni taklit ediyor” demesi ne kadar absürtse Erdoğan’ın sınıf meselesini lağvetmeye çalışması da o kadar komiktir.
Krizin etkisiyle giderek daha da belirginlik kazanan sınıfsal fayların, köklü politik zonuçlar yaratması ise sınıf siyaseti zemininde duranların çok daha etkin bir rol oynayabilmesine bağlı. “Demokrasi cephesi” çerçevesi ile sınırlı kalmak aslında demokrasinin hayrına değil. Güçlü bir sınıf siyaseti yaratılmayan bir toplumda güçlü bir demokrasinin mümkün olmadığı hiç unutulmaması gereken tarihsel derslerin başında geliyor.
Bitirirken Sudan halkının askeri diktatörlüğe karşı savaşan sendikaların öncülüğünde hayata geçirdiği genel greve karşı, Mısır, Suudi Arabistan ve BAE destekli orduya bağlı güçler tarafından gerçekleştirilen katliamda 30’dan fazla kişinin katledildiğinin altını çizelim.
İş, onur ve güvence mücadelemiz gerçek demokratikleşmenin teminatıdır.