Maduro Diktatör Mü? – M. Sinan Mert

Sömürüyü reddedenler için demokrasi ve sonsuz düşünce ve örgütlenme özgürlüğü; sömürüde ısrar edenler için ise tereddütsüz ve acımasız bir diktatörlük.

1991’den sonra komünizmin genel olarak itibar kaybı yaşadığı dönemde, Marx ile Bolşevikler arasında bir karşıtlık üretmek moda olmuştu. Bu çokbilmişlere göre Marx kapitalizmin yarattığı olumsuzlukları sergilemekte başarılıydı ancak Lenin ve Bolşevikler, Doğu’nun geleneksel Asyatik, baskıcı ve diktatöryel geleneklerini Marksizm’e bulaştırmışlardı. Kapitalizme ayran budalalığı ile bakan eski solcular için bu yaklaşım bir teselli imkânı yaratıyordu.

Peki Marx bu iddiayı nasıl karşılardı? “Modern toplumdaki sınıfların ya da bunlar arasındaki savaşımın varlığını keşfetmiş olma onuru bana ait değildir. Burjuva tarihçileri bu sınıf savaşımının tarihsel gelişimini, burjuva iktisatçıları da sınıfların ekonomik anatomisini benden çok önce açıklamışlardı”. Ona sorarsanız, kendisinin en önemli buluşu “Sınıf savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne varması ve bu diktatörlüğün kendisini ve bütün sınıfları ortadan kaldırması ve sınıfsız bir topluma geçişten başka bir şey olmadığını kanıtlamak”(Weydemeyer’e Mektup, 5 Mart 1852) idi.

Bugün Venezuela’da yaşananlar kimi kesimler tarafından “tek adam diktatörlüğü”nün kaçınılmaz sonucu olarak lanse ediliyor. Biz ise tam tersini savunuyoruz. Venezuela halkına karşı emperyalizmin ve Latin Amerika finans kapitalinin gemi azıya alabilmesinin arkasında yatan temel sebep Bolivar Cumhuriyeti’nin gerçek anlamda bir proletarya diktatörlüğü inşa edebilmekteki başarısızlığıdır. Bugün yapılması gereken ise Trump-Bolsonaro hempası* Juan Guaido’nun hiç vakit kaybedilmeksizin tutuklanması ve ikili iktidar durumuna son verilmesidir.

Günümüzde demokrasi, tarihinin en büyük krizlerinden birisini yaşıyor. İşçi hareketlerinin ve sosyalist akımın düzeltici ve terbiye edici etkisi ortadan kalktıktan sonra kontrolden çıkan kapitalizm, kendi ayıplarını örtecek bir incir yaprağına dönüştürdüğü demokrasiyi nefes alamaz hale getirdi. 26 kişiye dünyadaki tüm servetin yarısını emanet ederken, milyarlarca insanı güvencesizlik sarmalına iten bir ekonomi-politiğin sürdürülebilmesi mümkün değildir. Dünyada ezilenlerin demokrasi adı verilen içi boşaltılmış bu oyunu oynamaktan vazgeçmesinin sebebi budur. Ezilenlerin öfkesinin sağ popülist ve neofaşist liderler tarafından sömürülmesi de geçici bir konağı temsil etmektedir. Bu tip liderlikler eliyle istikrarlı bir denge noktası inşa edilemez.

Yoğun bakım masasındaki demokrasinin yaşama döndürülmesi ise sosyalizmin başarısına bağlıdır. Birikmiş olan servetin yeniden ve adil bir biçimde dağıtılmasına, insanın insanı sömürmesinin engellenmesine; güvencesizliğin, işsizliğin, uzun çalışma sürelerinin tarihin çöplüğüne atılmasına dönük bir sosyalist projenin güç kazanması bugün kendisini ölüm döşeğine getirmiş demokrasinin tek kurtuluş seçeneğidir. Böylesi bir sosyalist proje ise sömürünün devam etmesini isteyen bir azınlık için diktatörlük olmak zorundadır. Sömürüyü reddedenler için demokrasi ve sonsuz düşünce ve örgütlenme özgürlüğü; sömürüde ısrar edenler için ise tereddütsüz ve acımasız bir diktatörlük. 20. yüzyıl sosyalizmi diktatörlüğü inşa edilirken genellikle bunun ezilen sınıflar için en ileri demokrasi olması gereğini ıskalamıştı, 21. yüzyıl sosyalizmi ise bu deneyimden, diktatörlük fikrinden temelli uzaklaşma sonucunu çıkardı.

Genel anlamda bir siyasi eşitlik arayışına dayanan demokrasi ile korkunç bir ekonomik eşitsizlik yaratan kapitalizmin bir arada yaşayabilmesi sosyalizmin kapitalizme yaşattığı “beka sorunu” ile mümkün olmuştu. Sosyalizmin bu kapasitesi ortadan kalkınca, demokrasi ile kapitalizmin bir arada yürüyebileceği yalanının da bütün boyaları dökülüyor. Fakat bu koşullarda sosyalistlerin bir yandan 20. yüzyıl sosyalizm deneyiminden sosyalist demokrasinin önemi yönünde dersler çıkarmaya devam ederken bir yandan da 1990’lar sonrasının “demokrasi budalalığı”ndan da kendisini sakınabilmesi, yeni dönemin görevlerini omuzlayabilmek, ideolojik ve örgütsel güçlenme açısından hayati önemdedir.

Saray rejimi bir yandan Trump’ın her sözünde bir keramet arama yarışındayken bir yandan da Maduro rejimi ile içi boş dayanışma gösterilerinde bulunuyor. Venezuela kendi oligarşisini belirgin bir biçimde mülksüzleştirmiş olsaydı Erdoğan’ın bu muhabbetinden de mahrum kalırdı. Ancak umarız Venezuela halkı, Saray rejimine asla güvenilemeyeceğini acı bir biçimde öğrenmek zorunda kalmaz. Malum, Erdoğan Libya’ya dönük emperyalist müdahale planı hakkında “NATO’nun orada ne işi var?” dedikten 48 saat sonra İzmir, Libya’ya dönük askeri operasyonun komuta üssü haline gelmişti.

Bizler ise 21. yüzyıl sosyalizminin esin kaynağı Chavez’in ve onu 2002’de cuntacıların elinden alan Caracas varoşlarının kararlı destekçileri olmaya devam edeceğiz.

*omuzdaş