İyi Bildiğimiz Gerçeğe Ne Oluyor? – M. Sinan Mert
Dönemin karakterini ve yönünü algılayabilmek için olgulara daha açık bir bilinç ile bakabilmek bu açıdan çok önemli. Olgulardan uzaklaşıp kafalardaki ezberlere sıkışıp kalınca CHP Grup Başkan Vekili’nin içine düştüğüne benzeyen kafa karışıklıkları olağan hale gelebiliyor.
Yakın geçmişteki iki önemli olay, sosyalistlerin analiz ve duruma müdahale yeteneğinin sınırlarını göstermesi açısından oldukça önemliydi.
Bunlardan ilki McKinsey vakasıydı. Damat Berat’ın McKinsey ile anlaştıklarına dair açıklaması sonrasında çok kısa bir süre içerisinde ortalığı AKP ile McKinsey anlaşmasının kaçınılmazlığı ile ilgili değerlendirmeler kapladı. İki hafta sonrasında Erdoğan’ın bir açıklaması ile McKinsey bağlantısı gündemden düşünce bu yazılardaki kapsamlı senaryolar da hızla geri çekildi. O zamandan beri kimse McKinsey’den bahsetmiyor.
Kısa süre sonrasında ise AKP ile MHP’nin Cumhur İttifakı’nın yaşadığı bir sarsıntı tereddütsüz bir biçimde birlikteliğin sona erdiğine dair değerlendirmelere sebep oldu. Bu değerlendirmelere göre bir dönem kapanmıştı, artık yeni bir sayfa açılıyordu. Hatta klavyesini rahat bırakıp bu kopuşmanın yeni bir müzakere sürecine imkân sağlayacağı, Demirtaş’ın bırakılacağı değerlendirmelerini yapanlara bile rastladık. Sonrasında malum Bahçeli ve Erdoğan yeniden el sıkışınca bu değerlendirmeleri yapanların nerede yanıldıklarına dair yazılar yazdıklarına fazla tanık olmadık.
Şimdi benzer bir durum ABD’nin Suriye’den çekilmesi meselesi ile gündemde. Trump’ın çekilme açıklamasının hemen sonrasında “ben bunun olacağını 1 sene öncesinden öngörmüştüm” diyerek kapsamlı analizler yapanlar bugünlerde seslerini kısmış görünüyor. “ABD’nin çekilmeyeceği belliydi zaten ben biliyordum” analizleri şu anda daha “in” ancak bu durumun kalıcılık vadesi de oldukça belirsiz.
Gelişmelerin böylesi ezber bozan, analiz yakan ve zikzaklı bir hal alması sadece bu değerlendirmeleri yapanların öngörü eksikliği ile açıklanabilir mi? Böyle olmadığı açıktır. Bu durum içinden geçilen alacakaranlık dönemin bir sonucudur. Bir dönemin hâkim ilişki biçimlerinin yeniden üretilmesinde kurumlara çok önemli roller düştüğünü biliyoruz. Kurumlar, önceki dönemlere damgasını vuran güç dengelerini kaydederler ve süreçleri bu kurumsal hafıza ile yeniden üretme noktasında davranış sergilerler. Bu dönemde ise kurumlar bu kapasitelerini büyük oranda yitirmekteler. Bunun iki önemli sebebi var. Kurumlarda kaydedilmiş önceki dönemin güç dengeleri her yerde ve her yönde sarsılıyor. 2008 krizi sonrasında yaşanan gelişmeler hem egemen sınıflarla alt sınıflar hem de egemen sınıfın fraksiyonları arasındaki güç dengelerini zorluyor. Alt sınıflar kendi seslerini yaratabilmiş olmasalar da varlıklarını “oyunbozanlık” yaparak hissettiriyorlar. Onların öfkesinin yarattığı desteği arkasına alabilen egemen sınıf fraksiyonları ise kendi sınıf içi dengelerini zorluyorlar. Alt sınıfların kendi programlarının olmayışı, egemen sınıfların iç çekişmelerinin daha keskin sonuçlar üretebilmesinin zeminini hazırlıyor.
Bu iklimin belirgin öğesi olan popülist ve neofaşist politik hareketler ve liderler de kurumlara büyük bir alerji duyuyorlar. Kurumların, kanunların ve teamüllerin kendi iktidarlarına çizdiği sınırları tanımak istemiyorlar. Bunun sonucu olarak da kurumsal ve statik olan her şey buharlaşma eğilimine giriyor.
Siyasi gelişmeleri kurumsal yeniden üretimin sağlıklı bir biçimde işlediği önyargısıyla yapanlar bu koşullarda sık sık çuvallama riski ile karşı karşıya kalıyorlar. Kurumların dayattığı determinizmin yerini kişisel iradelerin, denk sınıfsal güçlerin iç mücadelelerinin yarattığı belirsizlik ve olumsallık aldıysa o zaman gerçekleri anlamak için tümdengelimci değil daha fazla tümevarımcı bir pozisyonda kalmak önem kazanıyor. Dönemin karakterini ve yönünü algılayabilmek için olgulara daha açık bir bilinç ile bakabilmek bu açıdan çok önemli. Olgulardan uzaklaşıp kafalardaki ezberlere sıkışıp kalınca CHP Grup Başkan Vekili’nin içine düştüğüne benzeyen kafa karışıklıkları olağan hale gelebiliyor.
Sosyalistler için bu dönemde karşıtından daha ziyade kendi dili, eylemi, mücadelesi üzerinde düşünme ve eyleme tercihinde bulunması bu açıdan da çok daha anlamlı. Ekonomik krizin etkilerinin derinleşeceği, Erdoğan’ın dün mecliste yaptığı “paket” açıklamalarının da gösterdiği gibi, barizken ekonomik krizden politik sonuçlar çıkarmak için çok daha etkin plan ve söylemlere ihtiyacımız olduğu çok açık.
Jacques Ranciére’nin şu eleştirisinde önemli bir doğruluk payı olduğunu kim inkar edebilir?: “Sosyal medyada bize her gün tüm durumlarda sermayenin küresel tahakkümünün etkisini görmeyi öğreten katı Marksist yorumlar her şeye cevap veriyorlar ama bu “her şeye cevap” algı, düşünce, duygulanım ve eylem arasında hiçbir uygunluk alanı kurmuyor”(Nasıl Bir Zamanda Yaşıyoruz? s.31, Metis)
Bu köşedeki yazılar uzunca bir süre bu uygunluk alanını nasıl inşa edebileceğimizi tartışmayı hedefleyecek.
KarşıMahalle’deki herkesin doğum gününü kutluyorum.