Şelaleye sürüklenmek

Bütün basınçlara, milliyetçi kuşatmaya ve DEM içinde zaman zaman dile gelen liberal saplantılara rağmen DEM-CHP-sosyalistler aksının anti faşist bir yığınak olarak korunabilmiş olması çok önemli. Bu haftaki krizde dahi CHP’yi Komisyon’dan ayrılmaya davet etmesi, milliyetçi sol aklın aslen DEM’i izole etmeyi her başlıktan daha çok önemsediğini gösteriyor.

Görsel: Fayn

Son bir yılda öne çıkan ve en önemli tartışma başlıkları hâline gelen iki konuda da önemli eşiklere yaklaşıldığı görüntüsü oluştu. Bu iki sürecin en baştan birbiriyle ilişkili olduğu gerçeğini daha da açık hâle getiriyor.

1 Ekim 2024 itibariyle kamuya açık hâle gelen Kürt Sorunu eksenli sürecin Türkiye’de silah bırakma karşılığında Suriye’de Rojava’nın siyasi varlığının güvence altına alınması olduğu büyük oranda açık olmasına rağmen kamusal alanda tartışmaları yönlendiren aktörler tablonun bu netlikte ortaya konmasını tercih etmediler. Bu tercih sürecin giderek daha fazla sis bulutları arkasında gizlenmesine, giderek müphem bir olguya dönüşmesine, hakkında çıkarılan türlü tevatürün de daha geniş kesimlerce alımlanabilmesine zemin hazırladı. Kürt tarafı konunun demokratikleşmeyle bağını kurmaya haklı olarak çalıştı. Ancak demokrasi taleplerine görünürlük kazandıracak bir mücadelenin yükseltilmesi dönemin hassasiyetleri açısından makul karşılanmadığından 19 Mart sonrasında yaşananlarla iç içe geçen bu demokratikleşme retoriği giderek anlamını ve inandırıcılığını kaybetti. Saray’ı demokrasiye ikna etmenin imkânsızlığı ortadayken, güçler dengesi demokratikleşme yönünde değilken verilen “Türkiye demokratikleşmeye tarihsel olarak en yakın olduğu anda” mesajları inandırıcı bulunmadı. Milliyetçi hezeyan ise yaratmaya çalıştığı “büyük pazarlıklar, gizli tavizler” söylemine destek olacak veriler ortaya koymakta giderek zorlanır hâle geldi. Sonuçta ortada Kürtçe konuşulmasına müsaade edilmeyen bir Kürt Sorununu Çözme komisyonu dışında somutlaşmış, elle tutulacak hiçbir somut adım bulunmamakta. Sol milliyetçiler geleneksel Kürt Hareketi alerjisiyle Erdoğan’ın bir demecinden yola çıkarak DEM Parti’yi Cumhur İttifakına monte etmekte fazlasıyla aceleci davranarak boşluğa düştüler. Bahçeli’nin ve Erdoğan’ın arka arkaya ortaya koydukları Rojava tehditleri bu ittifak görüntüsüyle açıklanabilecek bir olgu olmasa gerek.

Siyaset tabii ki somut gerçeklerden ziyade bu gerçekler hakkında yaratılmış intibalar, duygular, inançlar üzerine inşa ediliyor. O yüzden her kesim kendi doğrultusunda söylem üretmeye devam ediyor.  Ancak gelişmeler bu sav ve çerçeveleri anlamsızlaştıracak bir yönde ilerliyor.

Saray rejiminin Suriye’nin HTŞ ekseninde inşasını öncelikli bir politik hedef olarak belirlediği ve bunun arkasında durmak için bütün şartları zorlayacağı açıkça görülebiliyor. Erdoğan’ın kendisinin en büyük mirası olarak ortaya koymayı öncelikle istediği başarı Kürtlerle barış değil ancak Şam’da bir İslamcı iktidar. Bu iktidarın Türkiye’de rejim değişiminin yönünü belirleme, ona meşruiyet kazandırma ve Türkiye burjuvazisine altın tepside sunulacak bir ganimet olarak sunulma fonksiyonlarına sahip olacağı düşünülüyor.

Türkiye’deki barış süreci aslen HTŞ ile SDG arasındaki ilişkiyi de düzenleyerek Şam yönetimine önemli bir nefes aralığı kazandırdı. Ancak Colani bu nefes aralığını olağanüstü başarısız bir biçimde yönetti. Alevi ve Dürzi katliamları, İsrail’in geliştirdiği hakimiyet karşısında ağzını açamama, Trump’ın açık desteğine rağmen kurumsal istikrarı sağlama noktasında mesafe kat edememe gibi sorunlar paçasına dolandı. Erdoğan kendi kafasındaki Türkiye modelini Colani’ye dayatmasa Şam bu kadar saçma hamlelerle elindeki büyük olanağı harcamayabilirdi. İdlib’de yıllarca ezilme korkusuyla yaşadıktan sonra bir anda gökten düşen iktidarı kucağında bulan Colani yayıldığı yeni alanlarda çok daha makul bir ademi merkeziyetçi sisteme ikna olabilir, 10 Mart anlaşmasının gelişebileceği maddi zemin oluşabilirdi. Ancak Türkiye Şam’ı sürekli olarak maksimalist hedeflere odakladı, oluşan en küçük fırsatta baş ağrılarından kurtulmasını kulağına fısıldadı. Colani aldığı bu yönlendirici danışmanlıkla 9 ay önceki avantajlı konumunu büyük oranda kaybetti. Tom Barrack isimli aciz kişiliğin de bu sonucun ortaya çıkmasında önemli bir rolü olduğu unutulmamalı. Trump’ın ABD’nin kurumsal mimarisinin altını oymasının doğrudan sonuçları Suriye’de ve Türkiye’de işlerin çığırından çıkması olabilir.

Saray’ın önceliği Kürt Sorunu’nda çözüm değil ama Colani’nin iktidarını tavizsiz bir biçimde güvence altına almak. Ancak bu konuda ABD’nin çizdiği sınırları nasıl aşabileceği konusunda bir yol bulabilmiş değil. Şanghay’da ABD karşıtı blokla sıcak pozlar verilerek aşılabilecek bir konudan bahsetmiyoruz. ABD’nin yeni CENTCOM komutanı Cooper da Kürtlere desteğini açıkça ilan etti. AKP içindeki Kürtlerde de operasyonun yeniden gündeme gelmesinden duyulan bir rahatsızlık görülebiliyor. Dolayısıyla baskıyı en üst seviyeye çıkararak SDG’yi yeni tavizlere zorlamanın hâlâ öncelikli kısa vadeli politik hedef olduğu düşünülebilir. Ancak evdeki hesapların her zaman çarşıya uymadığı da herkesin malumu.

“Neo-popülist ve 21. yüzyıl faşizmi uğrakları arasındaki tayin edici eşik ise koşulları çok boyutlu eşitsizlikler içerse de gerçek bir iktidar değişikliği ihtimali barındıran seçimlerin varlığı ya da yokluğudur. Dolayısıyla rejimin nirengi noktası iktidarın sürekliliğini hangi yöntemle güvence altına alacağı tartışması ekseninde şekillenmektedir. Seçimlerin ortadan kaldırıldığı ve Mehmet Uçum tarafından formüle edilmeye çalışıldığı gibi Erdoğan’ın bir “milli değer” olarak siyasi tartışmalar üstü bir iktidar odağı olarak tarif edilebildiği bir yönetim biçiminin inşası sağlanamadığı müddetçe 21. yüzyıl faşizmi kararlı bir dengeye ulaşmış sayılamaz. Güncel birçok tartışmanın da altında yatan gerilimin bu sorunun nasıl çözüleceği sorusundan kaynaklandığını görmek bu açıdan şaşırtıcı olmamaktadır.“ 2025 yılı başında yayınlanan YOL Dergisi’ndeki 21. yüzyıl faşizmi üzerindeki yazıda böylesi bir çerçeve çizmiştim.

CHP’nin İstanbul il yönetiminin mahkeme kararıyla tamamen yasadışı bir biçimde görevden alınması da faşizmin kurumsallaşması anlamında çok önemli bir eşiğin aşılması anlamına geliyor. Önlem devletinin kendi hedeflerine ulaşmak için hukuksal çerçeveyi kesinlikle umursamayan yepyeni yöntemler geliştirmesi ve keyfiyetin giderek tek yasa hâline gelmesi çok daha köklü gelişmelerin önünü açıyor. Asliye Mahkemeleri’nin YSK’nin rolünü çalarak parti kongreleri hakkında hüküm belirlemesi açıkça Anayasa’ya aykırı. Saray bir iktidar seçeneği olarak CHP’nin kurumsal varlığının oluşan bu güç dengesinde toplumsal muhalefetin kendisini yeniden üretmesi için ne kadar önemli bir zemin sağladığını görüyor ve bu zemini güçlü top atışlarıyla harabeye çevirmeye çalışıyor. Parti içindeki geniş işbirlikçiler ağının da desteğiyle saldırı her geçen gün daha da genişliyor.

Saray ve CHP-DEM eksenli demokrasi güçleri arasındaki kararsız dengenin yeni bir duruma doğru ilerlediğini görüyoruz. 1 Ekim ve 19 Mart sonrasında oluşan ilişki biçimlerinin son kullanım tarihleri dolmak üzere. HTŞ’nin iktidarını güvence altına almak için Suriye’de daha güçlü boy gösterme ve CHP’yi bölünmeye götürecek bir hukuk mengenesinin daha da sıkıştırılması ancak mutlak bir diktatörlükle, faşizmin kurumsallaşması hamlesinin seçimsizleştirme ile tamamlanmasıyla mümkün olabilir. En kritik soru böylesi bir tablo karşısında hep birlikte ne düzeyde bir enerji açığa çıkarabileceğimizdir.

Bütün basınçlara, milliyetçi kuşatmaya ve DEM içinde zaman zaman dile gelen liberal saplantılara rağmen DEM-CHP-sosyalistler aksının anti faşist bir yığınak olarak korunabilmiş olması çok önemli. Bu haftaki krizde dahi CHP’yi Komisyon’dan ayrılmaya davet etmesi, milliyetçi sol aklın aslen DEM’i izole etmeyi her başlıktan daha çok önemsediğini gösteriyor. Sol milliyetçiler AKP’nin Suriye için savunduğu üniter devlet projesini olası tek ilerici devlet modeli olarak sahiplenerek bir kez daha nesnel olarak devletçi söylemin nüfuz alanını genişletiyorlar. İşi eşit vatandaşlık kavramını sorgulamaya kadar götürebildiler. Vatandaşlık kavramı örtük olarak zaten eşitliği kapsarmış, burada aranan esas olarak etnikçilik, kabilecilik, bölücülükmüş gibi akıllara ziyan bir zırvalamayla bizlere egemen sınıfın önümüze sürdüğü her kavramı sorgulamadan kabullenmeyi dayatıyorlar. Lenin’in “Demokrasi ama kimin için?” sorgulaması bile kötü niyetli olmalı bunlara göre. Ne de olsa demokrasinin “evrensel” tanımı herkes için eşitlik anlamına gelmiyor mu? La havle diyerek geçmek durumundayız.

Halkın geniş kesimlerinin büyük bir enformasyon savaşına rağmen iktidarın balon yolsuzluk ve usulsüzlük hikâyelerine inanmaması ve muhalif tabanın son derece dinamik ve güçlü olması da anti-faşist mücadelenin en büyük güvencesi. Bu kararlıkla doğru bir iletişim geliştirilebilirse faşizmin hedeflerine ulaşmasının engellenebileceği deneyimle sabit.

Sosyalistler açısından demokrasi mücadelesinin bir parçası olunması noktasında daha kararlı bir duruş sergilenmesi oldukça önemli. Sosyalistlerin genel olarak ücret siyasetinde mesafe kat edememiş olması demokrasi mücadelesinin bir eşiği aşamamasındaki en önemli zaaf olarak görülmeli. Anti-faşist mücadelenin görevlerinin yanısıra sınıfa yönelik ortak kampanyaların da güçlü bir biçimde sürdürülmesi hayati önemde. Ancak bu önemin anlaşılmıyor olması, ortak tutumlar geliştirilememesi, büyük abi pozlarındaki yeni yetmeliğin “ya benimsin ya kara toprağın” mantığıyla kayyımcılık ve Gürseltekincilik yarıştırması, sosyalistlerin giderek derinleşen bu krizi bağımsız bir hatla devrimci bir olanağa dönüştürmelerinin önündeki en büyük engel. Ücret siyasetinde mesafe kat edilememiş olması Saray’a aslında en sıkıntılı olduğu alanda muazzam bir ferahlık yaratıyor. Ortak bir kampanya var olan güçlerle büyük bir alt üst oluşa yol açamayabilirdi, ancak sosyalistlerin toplumsal derinliğini büyük oranda arttırabilirdi. 

Herkes tarihsel bir eşikte, sıra dışı bir günde, olağanüstü bir anda yaşıyor olmanın ne anlama geldiği üzerine çok daha düşünmeli ve kendisini ona göre biçimlendirmeli.