Görevimiz örgütlenmek: Geçmişin dersleriyle geleceği kurmak – 2

Günümüzün toplumsal gerçekliğini kavramak, geleneksel örgütsel kalıpları aşmak ve solun krizine devrimci bir yanıt üretmek… Bu üç amaç etrafında şekillenen yazı dizisinin ikinci bölümü, örgütlenme üzerine notlar ve örgütsel disiplin, yetki, sorumluluk dengesi başlıklarını inceliyor.

Örgütlenme üzerine notlar

“Sosyalizmin maddi temellerinin yıkılması, soruna ahlaki açıdan yaklaşımı öne çıkartıyor. Ancak tipik bir yanılgıdır. İnsanlığa ‘iyilik’ vaadeden ahlakçı yaklaşımlardan öteye gidilmelidir. Bu da ancak sosyalizmin bir toplumsal sistem olarak insanlığın önünde bir adım olduğunun kavranmasından geçer.” (Mehmet Yılmazer, Kapitalizmden Sosyalizme Geçiş Çağına Ne Oldu, s. 415)

Sosyalist toplumda değerler bilinci ve kolektif aksiyonun önemi, reel sosyalizmin çözülüşünden sonra çok daha berrak biçimde ortaya çıkmıştır. Üretim ve tüketim ilişkilerinin dönüştürülmesi, bireyin kolektif yaşamla bütünleşmesini mümkün kılmış; birey-toplum ilişkilerinde bireyciliğin en alt düzeye çekilmesini sağlamıştır. Böylece “ben” değil, “biz” anlayışı toplumsal yaşamın kurucu ilkesi hâline gelmiştir. Bu kolektif bilinç 1990’lara dek ideolojik bir etki yaratmış; sosyalist toplum deneyimlerinde değerlerin içselleştirilmesini mümkün kılmıştır.

Ancak bugün bu tarihsel mirasın tam karşıtı yönelimlerin yeniden güç kazandığı bir dönemden geçiyoruz. Kapitalist ideolojinin bireyciliği yücelten propagandası, toplumsal sorumluluğu ve kolektif düşünüşü zayıflatmakta; devrimci potansiyeli gündelik yaşamın dışına itmeye çalışmaktadır. Günümüzde gençliğin önemli bir kesiminin “Ben siyasetle ilgilenmiyorum” diyerek apolitik bir tutumu tercih etmesi tam da bu nedenledir. Ancak Lenin’in şu uyarısını hatırlamak her zamankinden daha elzemdir: “Eğer siz siyasete müdahale etmezseniz, siyaset öyle ya da böyle hayatınıza müdahale edecektir.”

Reel sosyalizmin çözülmesiyle birlikte sahneye çıkan postmodernizm; “anı yaşa” anlayışını, tüketim kültürünü ve bireyciliği yüceltmiş; insanın tarihsel özne oluşunu ve toplumsal sorumluluğunu görünmez kılmıştır. Bu yüzeysel akışta birey, yönsüzce sürüklenmektedir. Hikmet Kıvılcımlı’nın da dikkat çektiği üzere insanın medeniyetteki soysuzlaşma mekanizması açıktır:

“Yalan niçin söylenir? Karşısındakini aldatmak için. Bir insan neden aldatılmak istenir? Onun çıkarına aykırı davranıldığı ve gücünden de korkulduğu için. Bir insanın yaşadığı aynı toplum içinde öteki insandan ayrı çıkarlı ve ayrı güçlü olması nedendir? Aralarında sahici kardeşliği sürdürecek olan bir eşitliğin bulunmamasında…” (Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Tarih Devrim Sosyalizm, s. 341)

Postmodern düzenin akıntısına kapılan birey, değerlerinde aşınma yaşar; böylece çürür, çözülür ve tarihin sahnesinden silinir.

Oysa yaşam bu kadar basite indirgenemez. Bu, insanın kolektif aksiyon yeteneğine, özsel doğasına ve dönüştürücü gücüne aykırıdır. Yaşam, edilgin bir akışa teslim olmak değil; aksine o akışı örgütleyip dönüştürmek için kolektif bir çaba ve tarihsel sorumlulukla anlam kazanır. İnsanın kolektif eylem yeteneği, tarihin akışını değiştirebilecek bir irade ve bilinç taşır.

Yaşamı yalnızca bireysel bir anlam arayışı ya da edilgen bir varoluş olarak kavramak, onun tarihsel ve sınıfsal bir sorumluluk alanı olduğunu göz ardı etmektir. Oysa yaşam, iradi bir tutumla bu akışı örgütlemek, yön vermek, toplumsallaştırmak ve dönüştürmek demektir. Bu, her bireyin kendi tarihsel rolünü fark etmesi ve sınıf mücadelesinde safını bilinçle belirlemesidir.

Yaşamı anlamlı kılmak, onu bir davaya adamakla mümkündür. Bu dava, devrimci bir değişim ve dönüşüm pratiğiyle birleştiğinde gerçek anlamına kavuşur. Kurucu özne olmanın anlamı da burada yatar. Günlük hayatı devrimci bilinçle örgütlemek, her ilişkiyi ve tavrı dönüştürücü bir içerikle donatmak gerekmektedir.

Hayatını, nefes alışını ve doğadaki varlığını anlamlı kılmak; ancak bu bilinçle mümkündür. Yaşamı mücadeleyle kuşanmak, onu merkezine yerleştirmek ve tüm varoluşu bu perspektifle örgütlemek, devrimci dönüşümün özüdür.

Bugün hâlâ kuşaktan kuşağa aktarılan İsmet Demirler, Kenan Budaklar varsa, bu yalnızca verdikleri mücadeleyle değil; o mücadele içinde yarattıkları kolektif değerlerle mümkündür. Onlar gibi yaşamayı ilke edinmek kolay değildir; ama imkânsız da değildir.

Kemal Abi, nam-ı diğer Sarı Kemal’in bir anısı, bu değerlerin nasıl yaratıldığını göstermesi açısından öğreticidir:

“Baba, parti bana ve İsmet Abi’ye görev verdi. Ne telefon vardı, ne para, ne de doğru düzgün bir imkân… Ama görev bilinciyle yola koyulduk. İşçileri örgütlemek için İzmir Aliağa’ya gittik. Tek odalı bir yerde kalıyorduk; içeride yalnızca bir divan vardı. Geceleri sokula sokula o divanın üstünde yatardık. Geçimimizi sağlamak için ne iş bulsak yapıyorduk. Ama tüm vaktimizi işçileri örgütlemeye ayırıyorduk. Çok kısa sürede oralı olduk. Altı ay sonra, on bini aşkın kişinin katıldığı büyük bir mitingin örgütleyicisi olduk.”

Aliağa’daki bu örgütlenme pratiği, sınıfla kurulan sahici bağlar, sabır, inat, görev bilinci ve adanmışlıkla örüldü. Devrimci görev bilinci, imkânsızlıklar içinde örgüt yaratma iradesi ve sorumluluk-yetki arasındaki dengede kararlılık… Bugün ihtiyacımız olan da tam olarak budur.

Reel sosyalizmin çözülüşünün ardından sistemli biçimde toplumsal hafıza silindi, bireycilik yüceltildi, kimliksizleştirme ve kişilik aşındırma politikaları hayata geçirildi. “Biz” duygusu giderek “ben” merkezli yaşama dönüştü. Kolektif değerler bu şekilde çözülmeye uğradı. Bu süreç yalnızca ideolojik düzeyde kalmadı; gündelik yaşamın tüm alanlarında derin bir kültürel erozyona yol açtı.

Oysa devrimci bilincin güçlü olduğu dönemlerde toplumsallaştırma süreçleri mahallelerde, liselerde, üniversitelerde çok daha etkiliydi. Yoksul bir mahallede büyüyen genç, sınıf kimliğini onurla sahiplenirken ayrıcalıklı bir çevreden gelen genç, bu kimliğini gizlemeye çalışırdı. Bugün bunun tam tersi yaşanıyor: Emekçi bir ailenin çocuğu, sınıfsal aidiyetini görünmez kılmaya çabalıyor. Arkadaşlarıyla bir kafeye gitmekten çekiniyor ya da sınıfsal farkındalığı açığa çıkaracak davranışlardan kaçınıyor. Oysa olması gereken bunun tersidir: Emekçi sınıfın değerlerini, aidiyetini ve kimliğini siyasal bilinçle görünür kılmak, bu kimliği örgütlü bir mücadeleye dönüştürmektir.

Bugünün düzeni, kültürel erozyonu süreklileştirmektedir. Bu durumun devrimci ortama yansıması ise popüler görünürlük arayışları, ‘rahat’ görevleri tercih etme eğilimi ve vitrin siyaseti şeklinde tezahür etmektedir. Oysa örgütlenme vitrinde poz vermekle değil; İsmet Demir gibi, Kenan Budak gibi yalın, sahici ve fedakâr pratiklerle büyür.

Bu gerçeklikten yola çıkarak bireyin kolektifleşme sürecini yeniden canlandırmak, toplumu devrimci değerlerle buluşturmak temel görevler arasında yer almalıdır. Politik iradenin önündeki eşiği aşmak başka türlü mümkün değildir. Yeni mevziler kazanmak da, var olanı korumak da yoğunlaşma ve fedakârlık istemektedir.

Bugünün özgün koşulları, devrimci örgütlenme biçimlerini yeniden düşünmeyi zorunlu kılıyor. Dijital platformların gelişimi ve internetin gündelik yaşamın ayrılmaz bir parçası hâline gelmesi, örgütlenme açısından yeni olanaklar sunmaktadır. 

Sosyal medya ve dijital araçlar, iletişim kurma ve bilgiye erişimin yani sıra propaganda faaliyetleri, örgütlenme çağrıları ve eylem duyurularının geniş kitlelere hızlıca ulaştırılmasına imkân tanımaktadır. Ani gelişmeler karşısında sokakta hızlı tepkiler örgütlemek bu mecralar sayesinde mümkün hâle gelmiştir. 

Öte yandan, bu alanın yarattığı alışkanlıkların doğurduğu handikaplar da mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır. Günümüzde birçok örgütlenme faaliyeti WhatsApp grupları, sosyal medya paylaşımları veya dijital toplantılarla sınırlı kalmaktadır. Oysa örgütlenme, birebir ilişki kurma, yüz yüze temas etme ve doğrudan bağlar inşa etme pratiğidir. Devrimci kadronun gündelik yaşamını örten bu ilişki tarzı, kolektif bağların, güvenin ve politik sürekliliğin temel zeminidir. Dijital araçlar örgütlenmenin asıl zemini değil, onu destekleyen bir araç olarak ele alınmalıdır.

Yakın tarihli örnekler, gençliğin önemli bir kesiminin bu platformlar üzerinden kendini ifade ettiğini ve devrimci hareketin bu özgünlüğü kavramadan yeni kuşaklarla bağ kuramayacağını göstermektedir. Bu olanaklar aynı zamanda neoliberalizmin bireyselleştirici kültürel kodlarıyla da iç içe geçmiştir. Bu durum, gençliğin mücadeleye katılımının artık sadece klasik siyasal ideolojiler üzerinden değil, gündelik hayatla iç içe geçmiş bir zeminde şekillendiğini göstermektedir. 

Özellikle gençlik içinde yaygınlaşan kulüpler, dayanışma ağları ve topluluklar, siyasal ve toplumsal katılımın yeni zeminleri olarak ortaya çıkmaktadır. Geleneksel örgütlenme biçimlerinden farklı olarak, bu yapılar daha esnek ama daha yaygın ilişki ağlarına dayanmaktadır. Aynı zamanda bu yapılar bireyin kimlik arayışı ile siyasal tavır alışını iç içe geçirmektedir.

Kitle örgütü yaratma iddiasıyla daha geniş kesimlere ulaşmayı hedefleyen bazı sosyalist hareketlerin, gençlik yapılarıyla kurduğu ilişki biçimi ciddi sorunlar barındırmaktadır. Bu durum, özellikle 19 Mart yargı darbesine karşı gelişen öğrenci hareketinin örgütlenme ve eylem pratiklerinde açıkça gözlemlenmiştir. Dar grupçu yaklaşımlar, bu yapılarda somut biçimde ortaya çıkmıştır. Süreç gençlik örgütlerinin önemli bir kesimiyle ortak bir yaklaşımla yürütülebilecekken büyük oranda kendi örgütsel çıkarlarını önde tutarak iktidarın olağanüstü baskılarla süreci etkisizleştirme çabasının başarıya ulaşmasına katkı sunmuşlardır. Öğrenci hareketinin önünü tıkayacak ölçüdeki hiyerarşik üsluplar ve benmerkezli tavırlar, gençlerin inisiyatif alma alanlarını daraltmakta, hareketin dinamik gelişimini köreltmektedir.

Oysa bu tür kitle hareketleri, değişim ve dönüşüm süreçlerinde rol oynayacak örgütlenme kurumları olarak görülmelidir. Bu nedenle gençlik hareketi ile kurucu özne arasındaki ilişkide dayatmacı yaklaşımlar terk edilmeli, iki yapı arasındaki diyalektik ilişki sağlanmalıdır. Böylece gençlik hareketi ile devrimci kurucu özne arasındaki kopukluk aşılabilir; yeni kuşakların örgütlenme süreçleri daha kalıcı ve kapsayıcı temeller üzerine oturtulabilir.

Örgütsel disiplin, yetki ve sorumluluk dengesi

“Tartışmalı sorunlar ancak karardan önce tartışılır. Partinin yönetici organı, konferanslar ya da kongreler bir karar aldı mı, artık şu ya da bu Parti üyesi ya da bütünüyle bir Parti örgütü aynı görüşü paylaşmasalar da bu kararı titizlikle uygulamak durumundadırlar; azınlığın çoğunluğa kesinkes tabi olması söz konusudur.” (V. İ. Lenin, Örgütlenme, s. 30)

Lenin’in bu sözleri, devrimci örgüt anlayışının temelini oluşturan disiplin ilkesini özetler. Kolektif karar alma süreçleriyle şekillenen Leninist örgüt yapısı, yalnızca örgütsel işleyişin değil, devrimci siyasetin sürekliliğinin de güvencesidir. Günümüz koşullarında bu disiplin anlayışını bilincimizin merkezine koymak, tarihsel bir sorumluluk olduğu kadar güncel bir zorunluluktur.

Sosyalist hareketin kitlesel güç kazandığı dönemlerde, bu tür bir disipline duyulan ihtiyaç daha az hissedilebilir. Ancak bugün bireyselliğin yüceltildiği, kolektif aksiyon yeteneğinin zayıfladığı bir dönemden geçiyoruz. Bu koşullarda örgütsel disiplin yalnızca işleyişsel değil, varoluşsal bir mesele hâline gelmiştir.

Bugünün önemli sorunlarından biri, özellikle mücadeleye yeni katılan genç kadroların örgüt kültürüne yabancı oluşudur. Önceki kuşakların devrimci birikiminden ve örgütlenme deneyimlerinden kopuk yetişen bu kuşak, kimi zaman örgütle tanıştığında kendi sınırlarını kendi belirleme, alınan kararlara uygun konumlanmakta geri durma eğilimi gösterebilmektedir. Oysa devrimci örgüt, bireyin keyfî tutumlarının değil, kolektif iradenin örgütüdür.

Leninist örgüt anlayışı, tartışmaların karar öncesinde yürütüldüğü; karar alındıktan sonra ise mutlak bir sorumlulukla uygulandığı bir yapıya dayanır. Bu sadece disiplin değil; örgütsel süreklilik, güven ve politik kararlılık meselesidir. Devrimci kadro, kolektifin bir parçası olduğunu yalnızca fikirleriyle değil, davranışlarıyla da ortaya koymak zorundadır.

Yetki ile sorumluluk arasında denge kurmak, kolektif yapının sağlıklı işlemesi için vazgeçilmezdir. Bu dengenin bozulması, karar alma ve uygulama süreçlerinde tıkanmalara neden olur. Bu nedenle her yetki sahibi kadro, karşılaştığı engelleri aşma iradesini göstermekle yükümlüdür. Görevler arasında seçici davranma lüksü olmamalıdır.

Devrimci bir kadronun değeri, sahip olduğu unvanlardan değil, üstlendiği görevleri hangi ölçüde yerine getirdiğinden anlaşılır. Ne yazık ki günümüzde yetki sahibi çok; ancak sorumluluk bilincine sahip kadro azdır. Oysa mücadelede belirleyici olan, görevleri yerine getirme kararlılığıdır.

Bu yaklaşım, gerçek politikleşmenin de temelidir. Politikleşme, yalnızca teorik birikimle değil, bu bilginin pratikle sınanmasıyla ve emek sürecine doğrudan katılımla mümkündür. Günümüzde kendisini Marksist olarak tanımlayan pek çok figür, teorik söylemleriyle öne çıksa da pratik sorumluluk üstlenmekten kaçınmaktadır.

O hâlde sormak gerekir: Eleştiri ile pratik arasında kurulan bağ ne kadar sahici? Eleştirel tutum takınanlar, bu iddianın gereklerini yerine getiriyor mu? Politikleşme yalnızca söylem düzeyinde mi kalıyor, yoksa gerçek yaşamla mı sınanıyor?

Politikleşmenin gerçek ölçütü, emek süreciyle kurulan bağdır. Politik bilincin kalıcılığı ve gelişimi, ancak bu bağın güçlenmesiyle mümkündür. Her kadro, toplumsal faaliyetin her anında bu sorumluluğu bilinçli ve kararlı bir şekilde üstlenmelidir. 

Tarihsel maddeciliğin en tiksindiği şey: genel, yuvarlak sözle bir problemi geçiştirmektir.” (Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Tarih Devrim Sosyalizm, s. 44)

Devrimci görevlerin icrası, konfor alanları yaratılarak mümkün değildir. Örgütsel yapının stratejik hedeflerine ulaşması, kadronun kendi sınırlarını aşmasını zorunlu kılar. Bu eşiğin aşılması yalnızca bireysel bir sıçrama değil, aynı zamanda kolektifin ideolojik derinliğini ve pratik gücünü büyütür.

Zorluklar, belirsizlikler ve çatışmalar devrimci kadronun biçimlendiği zemindir. Bu yüzden gerilimler bastırılmamalı, aksine politik olgunlukla yönetilmelidir. Kolektifin gelişimi tam da bu yönetsel sorumluluğun üstlenilmesiyle mümkün olur. Gerilimin dışında kalarak ya da konfor alanını terk etmeyerek devrimci bir gelişim sağlanamaz.

Kadro, örgütün güçlü yanlarının arkasına saklanmadan, karşılaştığı zayıflıklara cesaretle müdahale edebilmelidir. Eğer bir tıkanma yaşanıyorsa bu tıkanmanın nedenlerine doğrudan yönelmek devrimci sorumluluğun gereğidir.

Örgütlenme perspektifi mevcut sınırların dışına çıkmayı zorunlu kılar. Tereddütsüz görev üstlenen, yaşamını örgütsel ihtiyaçlara göre düzenleyen, kolektife ideolojik ve pratik olarak bağlı, mücadeleyi militan bir kararlılıkla sürdüren bir kurucu özne tipi bugünün temel hedefi olmalıdır.

*Yazı dizisinin Foucault’nun özne yaklaşımı, kurucu özne ve örgütü örgütlemek başlıklarının incelendiği üçüncü bölümü yarın yayında.