Görevimiz örgütlenmek: Geçmişin dersleriyle geleceği kurmak – 1
Günümüzün toplumsal gerçekliğini kavramak, geleneksel örgütsel kalıpları aşmak ve solun krizine devrimci bir yanıt üretmek… Bu üç amaç etrafında şekillenen yazı dizisi; örgütlenmedeki tıkanmaları, geçmişin devrimci dersleriyle geleceği kurma perspektifini, örgütsel disiplin ile yetki-sorumluluk dengesini ve kurucu özne inşasıyla devrimci örgütlenmenin stratejik yönelimlerini ele alıyor.

“Bugüne kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf mücadeleleri tarihidir.” (Karl Marx ve Friedrich Engels, Komünist Manifesto, s. 22)
Marksizmin bu temel yaklaşımı, ezen ve ezilen sınıflar arasındaki uzlaşmaz çelişkilerin tarihsel sürekliliğine işaret eder. Bugün bu çelişkiler, neoliberal kapitalist sistemin içine sürüklendiği çoklu krizlerle birlikte daha da derinleşmektedir. Kapitalizmin yaşadığı bu krizler yalnızca sistemin çürümüşlüğünü değil; aynı zamanda yeni bir tarihsel dönemin eşiğinde olduğumuzu da göstermektedir.
Egemen sınıflar çoklu kriz ortamından çıkmak amacıyla küresel ve bölgesel güç dengelerini yeniden dizayn etme yönelimine girmektedir. Bu yönelim, toplumsal çelişkileri büyütmekte; bölgesel savaşları, siyasal kutuplaşmaları ve otoriter yönetim biçimlerini derinleştirmektedir.
Bugün dünyada çatışmalı süreçler, dönemsel biçimlerde yeniden alevlenmekte; bu durum ezilen sınıflar cephesinde hoşnutsuzluğu ve direnme eğilimlerini tetiklemektedir. Ama bu hoşnutsuzluk, devrimci bir potansiyele işaret etmesine rağmen, örgütlü bir sınıf gücüne dönüşememektedir. Çünkü sosyalist hareket bu potansiyeli sınıfsal bir perspektifle örgütleyememekte; nesnel ve öznel koşulların eşzamanlı olarak olgunlaşmaması nedeniyle devrimci süreçler tıkanmaktadır.
Devrimci hareketin yaşadığı kriz, yalnızca nesnel koşulların yetersizliğinden değil, aynı zamanda öznel yetmezliklerden de kaynaklanmaktadır. Stratejik hedeflerin bulanıklaşması, taktiklerin anlamını ve yönünü yitirmesine yol açmakta; bu durum, günü kurtarmaya yönelik tekrarların ve tıkanmaların derinleşmesine neden olmaktadır. Devrimci taktikler, uzun vadeli stratejik hedefleri besleyen, onları somut mücadele zeminine taşıyan araçlar olmalıdır.
Toplumsal mücadelelerin tarihsel dinamiği de yalnızca nesnel gelişmelerle açıklanamaz. Örgütlenmenin toplumsal bir güç hâline gelememesi, çoğu zaman sadece dışsal koşullara bağlanarak geçiştirilir. Oysa öznel ve nesnel koşullar arasında kopmaz bir diyalektik bağ vardır. Devrimsel bir dönüşüm sürecini ilerletecek olan, bu bağı kuracak ve somutlayacak olan kurucu öznedir. Sosyalist hareketin örgütlenme faaliyetlerindeki daralma ve taktiksel savrulmalar, bu bağı kuramadığını açık biçimde ortaya koymaktadır.
Gelinen aşamada yaşanan kriz, salt taktiksel düzeyde değil; aynı zamanda ideolojik, politik ve stratejik düzeyde bir krizdir. Devrimci hareket, öznel yetmezlikleri nedeniyle sürekli taktik savrulmalar yaşamakta; dönemsel yönelimlerle ilerlemeye çalışmaktadır. Bu durum, hareketin bağımsız bir politik özne olarak kendini yeniden üretme kapasitesini zayıflatmakta ve stratejik yönelimini giderek bulanıklaştırmaktadır. Bugüne dek güncel politik olanaklarla ve yönetimsel pratiklerle geçiştirilmeye çalışılan bu kriz, artık ertelenemez düzeydedir.
Örgütsel pratiklerin sınırlarına dayandığımız bu tarihsel moment, devrimci hareketin ideolojik ve stratejik düzeyde köklü bir yenilenmeye ihtiyaç duyduğunu açık biçimde göstermektedir. Gelinen noktada görevimiz; mevcut sorunları yüzeysel açıklamalarla geçiştirmek değil, nesnel ve öznel yapılar arasındaki diyalektiği kurarak bu krizi çözümleyebilmektir.
Bu bağlamda, günümüzün toplumsal gerçekliği; geleneksel örgütsel kalıpların ötesine geçerek yeni bir kurucu öznenin inşasını dayatmaktadır. Bu yeni özne, yalnızca politik yönelimleriyle değil; örgütsel işleyişi, kadro yapısı ve ideolojik hattıyla da bugünün krizine devrimci bir yanıt üretmek zorundadır. Elbette bu tabloyu değiştirebilmek, tarihsel deneyimlerden yararlanmak ve bugünün sınıfsal yapısına uygun bir konumlanışla mümkündür.
Geçmişin dersleriyle geleceği kurmak
1789 Fransız Devrimi, burjuvazinin siyasal iktidarı ele geçirmesiyle dünya çapında büyük bir tarihsel dönüşüm başlattı. Bu gelişme, sınıf mücadelelerinin somut bir tarihsel gerçeklik olarak sahneye çıkmasının önünü açtı. Ardından gelen 1848 Devrimleri, genel grevler ve barikat savaşlarıyla sınıf çatışmalarını daha da derinleştirdi. Ve nihayetinde Paris Komünü, işçi sınıfının tarihsel olarak ilk iktidar deneyimi olarak öne çıktı. 1917 Ekim Devrimi de bu tarihsel birikim üzerinde yükseldi. Örgütlenme biçimi, öncü partinin rolü ve sınıf iktidarının inşası; Bolşevik Partisi’nin örgütsel yapısında ve Sovyetler aracılığıyla geliştirilen iktidar deneyiminde somutlaştı. Bu bütünlük, devrimci sürecin stratejik temelini oluşturdu.
1848 Şubat Devrimi işçi sınıfının, burjuva cumhuriyetçilerin sınırlarını zorladığı, toplumsal devrim fikrinin ilk kez gündeme geldiği kritik bir momentti. Devrimler kısa sürede tüm Avrupa’ya yayıldı. İşçiler barikatlar kurdu, grevlerle sokakları doldurdu. Tam da bu tarihsel dönemeçte, Karl Marx ve Friedrich Engels, “Avrupa’da bir heyula kol geziyor -komünizm heyulası” cümlesiyle başlayıp “Bütün dünyanın işçileri, birleşin!” sözleriyle sona eren Komünist Manifesto’yu kaleme alarak işçi sınıfının ilk siyasal programını ortaya koydu.
Ancak o dönem işçi sınıfı hâlâ bağımsız bir siyasal örgütlülükten yoksundu. Günlerce süren barikat direnişine rağmen binlerce işçinin katledilmesiyle Haziran Ayaklanması bastırıldı. Bu yenilgi, işçi hareketi için yeni bir güç biriktirme sürecini zorunlu kıldı.
1848 yenilgisinden sonra Fransız burjuvazisi, işçilerin taleplerine karşı gerici bir pozisyon aldı. Aralık 1848’de cumhurbaşkanı seçilen Louis Bonaparte 1851 darbesiyle meclisi dağıttı, 1852’de ise II. İmparatorluk’u ilan etti. Buna rağmen işçiler; sendikalar, kooperatifler ve siyasal kulüpler aracılığıyla örgütlenmeye devam etti.
1870 siyasal krizin derinleştiği bir yıl oldu. Paris’te 200 bin kişilik bir gösteri düzenlendi, “Yaşasın Cumhuriyet!” ve “Kahrolsun Bonapartlar!” sloganları sokakları inletti. Bonapart rejimi çözülme sürecine girdi. Cumhuriyetçi adaylar, 1869 seçimlerinde oyların yarısını aldı. Bonaparte ise iktidarı elinde tutmanın yolunu Prusya’ya savaş açmakta gördü. Ancak 1870’te ilan edilen savaşta, Fransız ordusu kısa sürede çözüldü. Sedan’da, Bonaparte ve 100 binden fazla asker esir düştü.
4 Eylül 1870’te Paris halkı ayaklandı; meclisi bastı, imparatoru devirdi ve cumhuriyeti ilan etti. Ancak kurulan hükümet, burjuvazinin sağcı ve kralcı kesimlerinden oluşuyordu. Prusya karşısında bu yönetim pasif ve etkisiz kaldı. Paris halkı silahlanmaya başladı; Ulusal Muhafızlar yeniden kuruldu ve barikatlar inşa edildi. Ancak Fransız burjuvazisi teslimiyeti seçti: Metz’deki 170 bin kişilik ordu tek kurşun atmadan Prusya’ya teslim oldu. Ocak 1871’de Prusya ile ateşkes yapıldı.
Şubat 1871’de Paris’te Ulusal Muhafızlar Merkez Komitesi kuruldu. Bu halk inisiyatifi, Thiers hükümetini alarma geçirdi. Thiers, Prusya ile anlaşarak ordunun yeniden toparlanmasını sağladı ve devrimci Paris’i bastırmaya yöneldi. Hükümet birlikleri 18 Mart sabahı Montmartre’deki toplara el koymaya çalıştı. Ancak Paris halkı ve Ulusal Muhafızlar direnince askerler halka ateş etmeyi reddetti. Komutanlar tutuklandı, Thiers hükümeti Versailles’a kaçtı. Akşam saatlerinde Paris, işçilerin denetimine geçti. Ulusal Muhafız Komitesi tüm iktidarı devraldı.
Ancak devrimci bir öncü partinin yokluğu ve Komite’nin kararsızlığı süreci kritik bir eşikte savunmasız bıraktı. Komite, “iktidarı zorla almak” suçlamasından çekinerek Komün seçimlerini hızla gerçekleştirdi. 26 Mart’ta seçimler yapıldı. Paris Komünü, 28 Mart’ta göreve başladı.
Paris Komünü, bir iktidar deneyimi olmanın yanı sıra farklı siyasal eğilimlerin çizgilerinin sınandığı laboratuvardı. Komün günlerinde en çok öne çıkan üç akım: Blankistler, anarşistler ve Marksistler idi. Her biri, sınıf mücadelesini farklı teorik zeminlerde yorumladı ve pratiğe döktü.
Blankistler, kapitalist düzenin ancak küçük, disiplinli ve silahlı bir devrimci grubun darbesiyle yıkılabileceğine inanıyordu. Onlara göre örgütlü bir azınlık, uygun tarihsel bir anda iktidarı ele geçirerek halkı harekete geçirebilir ve böylece devrim sürecini tetikleyebilirdi. Blanqui’nin stratejisinde kitlelerin ya da sınıfın örgütlenmesi ikincil önemdeydi; belirleyici olan, devrimci iradenin dar ve kararlı bir öncü güç tarafından temsil edilmesiydi.
Anarşist kanat ise Proudhoncu gelenekten besleniyordu. Bu çizgiyi Bakunin ve Kropotkin temsil ediyordu. Proudhoncu anarşistler, özellikle merkeziyetçiliğe karşı tutumları ve doğrudan eylemi savunan duruşlarıyla Komün’ün mücadele ruhuna katkı sundular. Komün’ün yatay örgütlenme biçimlerinde ve halk meclisleri anlayışında bu etkinin izleri görülebilir.
Ancak tüm bu eğilimler arasında en köklü ve tarihsel sonuçları en güçlü olanı Marksist yönelimdi. Marx ve Birinci Enternasyonal, Komün’ü daha ilk günden itibaren desteklediler. Kuşatma altındaki Paris ile temas kurmaya çalıştılar ve devrimin ihtiyaç duyduğu her alanda siyasal öneriler sundular. Marx, Komün’ü işçi sınıfı iktidarının ilk gerçek örneği olarak selamladı; “Fransa’da İç Savaş” adlı yapıtında Komün’ün tarihsel anlamını ve taşıdığı dersleri derinlemesine analiz etti.
O dönemde Marksist komünarlar, disiplinli duruşları, sınıf perspektifli yaklaşımları ve kolektif örgütlenme vurgularıyla Komün içindeki en ileri eğilimlerden birini temsil ettiler.
Komün Meclisi’nin çoğunluğu işçilerden oluşuyordu. Burjuva üyeler kısa sürede istifa etti. Komün, doğrudan demokrasi ilkesiyle hareket etti: Seçilen temsilciler halk tarafından geri çağrılabiliyordu.
İlk icraat olarak düzenli ordu dağıtıldı, savunma görevi Ulusal Muhafızlara verildi. Memur maaşları işçi ücretine eşitlendi, polis teşkilatı kaldırıldı, yerine halk milisleri kuruldu. Kilise mülkleri kamulaştırıldı, din-devlet işleri ayrıldı. Eğitim parasız ve zorunlu hâle getirildi. Kreşler ve bakım evleri açıldı.
Gündelik yaşam kurulan komisyonlar aracılığıyla örgütlendi. Bu komisyonlar meclise karşı sorumlu ve denetlenebilir yapılar olarak çalıştı. Komün, kararlarını halk örgütleriyle doğrudan ilişki içinde aldı. Ancak işçi-köylü ittifakı kurulamamıştı. Burjuvazi, köylüleri işçilere karşı kışkırttı. Bu durum, Paris’in savunmasında kritik bir eksiklik yarattı.
21 Mayıs 1871’de Versailles ordusu Paris’e saldırdı. “Kanlı Hafta” boyunca sokak sokak direniş sürdü. Ancak bir haftalık kahramanca direnişin ardından Paris düştü. Sokaklar kana bulandı. 30 bin Komünar kurşuna dizildi, 40 bin kişi hapsedildi ya da sürgüne gönderildi.
Komün yalnızca 72 gün sürdü. Ama bu 72 gün işçi sınıfının iktidar deneyimi olarak tarih yazdı. 20. yüzyılın sosyalist devrimleri, bu deneyimden teorik ve pratik ilham aldı.
Komün deneyimi Marksizmin devlet, devrim ve iktidar üzerine düşüncelerinin şekillenmesinde kurucu bir rol oynadı. Marx’ın “Fransız Üçlemesi”nin (Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’i, Fransa’da Sınıf Mücadeleleri ve esas olarak Fransa’da İç Savaş) son halkası, bu tarihsel süreci kapsamlı biçimde analiz etti. Lenin ise Devlet ve Devrim başta olmak üzere, bu deneyimi temel alarak sosyalist devrim stratejisini yeniden formüle etti. Öncü parti modeli, doğrudan Komün’ün yenilgi deneyimlerinden çıkarılan derslerle geliştirildi. Komün’ün yenilgisi, disiplinsiz ve bütünlüksüz bir örgüt yapısının devrimi taşıyamayacağını kanıtladı. Lenin, bu gerçekliği teorik olarak tespit ettikten sonra pratiğe taşımış ve profesyonel devrimcilerden oluşan bir parti inşasının zorunluluğunu net biçimde formüle etmiştir. Böylece Marksist perspektifi, Blankist dar grupçuluk ile anarşist çizgi arasına belirgin biçimde yerleştirmiştir.
Paris Komünü sonrası devrimci birikimin yeni merkezi Çarlık Rusyası oldu. 1880’lere kadar, özellikle Narodnik hareket etkiliydi. Bu akım, köylülüğü öncü güç olarak görüyor; bireysel terör eylemleri yoluyla çarlığı yıkmayı hedefliyordu. Narodnikler özellikle köylüler içinde örgütlenmiş, düzen karşıtı bir devrimci tutum geliştirmişlerdi. Ancak sınıfsal temelleri gereği küçük burjuva sınırlarını aşamayan bu yönelim, stratejik olarak ilerleme sağlayamadı.
Lenin’in Marksizmi yaratıcı biçimde yorumlaması, devrimci yönü işçi sınıfına dayandıran yeni bir stratejinin önünü açtı. 1895’te kurulan “İşçi Sınıfının Kurtuluşu İçin Mücadele Birliği”, ardından 1898 RSDİP’in kuruluşu bu sürecin dönüm noktasıydı.
Ancak bu ilk örgütlenme süreci kısa sürede kesintiye uğradı. Yeniden toparlanma ise 1903’teki İkinci Kongre ile sağlanabildi.
Lenin bu süreçte işçi sınıfının ancak devrimci bir örgüt aracılığıyla bilinç kazanabileceğini ortaya koydu. Lenin’e göre parti disiplinli, demokratik merkeziyetçi ve siyasal mücadeleye yön veren bir savaş örgütü olmalıydı. Oysa Martov ve çevresi, partinin daha gevşek ve çoğulcu bir yapıyla şekillenmesini savunuyordu. 1903 Kongresi’nde görünüşte çoğunluk Martov’dan yanaydı; ancak sonraki gelişmeler Lenin’in tezlerini doğruladı. 1905’te toplanan Üçüncü Kongre’de Leninist örgüt modeli delegeler tarafından benimsendi.
Lenin yalnızca örgüt teorisini geliştirmekle kalmadı, aynı zamanda Marksizmin kıtasal devrim anlayışını da ilk defa sorgulamaya başladı. Özellikle 1905 Devrimi sonrasında devrimci sürecin eşzamanlı olarak tüm Avrupa’ya yayılmasının zorunluluğunu sorguladı ve tek bir ülkede devrimin zafere ulaşabileceğini ileri sürdü. Dönemin koşullarında yoğun tartışmalara yol açan bu yaklaşım tarihsel gelişmelerle doğrulandı.
1905 Devrimi’ne teorik ve örgütsel olarak hazırlıksız yakalanan RSDİP, 1903’teki bölünmenin ardından ideolojik ve örgütsel sorunları çözememişti. Bu nedenle devrimin ihtiyaçlarına yeterince yanıt üretemedi.
1905 Devrimi, işçi sınıfının yeni örgüt biçimi olan Sovyetleri ortaya çıkardı. Başlangıçta Bolşevikler bu yapıya mesafeli davransa da, işçi konseylerinin potansiyeli zamanla anlaşıldı. Radin gibi Bolşevik kadrolar, Sovyetlerin doğrudan kitle eylemleri örgütleyebileceğini savundu, ancak sınıf mücadelesine partinin önderlik etmesi gerektiğini de vurguladı.
Lenin, 1905 Devrimi’nin deneyimlerinden hareketle Nisan Tezleri’nin teorik ve pratik temelini oluşturdu. Ona göre devrim olgunlaşmış, ikili iktidar fiilen bir iktidarsızlık durumuna dönüşmüştü ve bu durum sürdürülemezdi.
1917 Şubat Devrimi’nin ardından Lenin, Nisan Tezleri ile partiyi “Bütün iktidar Sovyetlere!” şiarı etrafında yeni bir stratejik hatta taşıdı. Artık hedef, yalnızca proletarya iktidarının inşasıydı. Bu yönelim sadece siyasal taktikleri değil, partinin programatik hattını da köklü biçimde dönüştürdü.
Lenin, Şubat Devrimi’yle burjuva demokratik devrimin tamamlandığını belirterek, devrimin artık ikinci aşamaya, yani proletarya iktidarına geçilmesi gerektiğini kararlı ve açık biçimde ortaya koydu:
“Parlamenter cumhuriyet değil -İşçi Temsilcileri Sovyetleri’nden buna geri dönmek geriye doğru bir adım olurdu-, aksine tüm ülkede, temelden tırnağa bir işçi, kır işçisi ve köylü temsilcileri sovyetleri cumhuriyeti. Polis, ordunun ve bürokrasinin kaldırılması. Hemen hemen hepsi seçimle iş başına gelen ve her zaman azledilebilir olması gereken tüm memurlara, kalifiye bir işçinin ortalama ücretinden fazla ücret ödenmemesi.” (Lenin, Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, s. 11)
Nisan Tezleri, devrim stratejisinin ve programının belirlendiği, proletarya devrimini mümkün kılacak yönelimin netleştiği bir dönemeç oldu. “Bütün iktidar Sovyetlere!” sloganı, kitlelerin devrimsel değişim sürecinde rolünü, partinin öncü misyonunu ve silahlı ayaklanma gerekliliğini kapsayan bir örgütlenme perspektifi ve stratejik hattı temsil ediyordu.
Devrimin olgunlaştığı bir evrede, bu çağrı kısa sürede maddi bir güce dönüşerek Ekim Devrimi’nin ideolojik ve pratik örgütlenmesinin temelini oluşturan devrimci bir yönelime dönüştü. Lenin’in şu uyarısı bu belirleyiciliği yansıtır: “Dün erkendi, yarın geç; vakit tamam – bugün!”
Lenin’in Rusya’ya dönüşünde Petrograd kentindeki Finlandiya İstasyonu’nda halka hitaben söylediği şu söz, dönemin yönelimini açıkça ortaya koydu: “Bizim burjuva demokrasisine ihtiyacımız yok. Bütün iktidar Sovyetlere!”
Bolşevikler, kitlelerle kurdukları doğrudan bağ sayesinde dönemin en etkili devrimci gücü hâline geldiler. Ekim Devrimi ikili iktidar koşullarında kitlelerin doğrudan katılımıyla gerçekleşen bir yığınlar devrimiydi. İşçi, köylü ve asker Sovyetleri aracılığıyla işçi sınıfı, hem yıkıcı hem de kurucu rolünü ortaya koydu.
Bu yönüyle Sovyetler, burjuva iktidarını işlevsizleştiren ve devletin sınıfsal niteliğini aşındıran devrimci organlardı.
1789’dan 1917’ye uzanan tarihsel süreç, işçi sınıfının siyasal iktidar mücadelesinde biriken devrimci deneyimlerin sürekliliğini yansıtır. Paris Komünü’nün örgütlenme biçimi, Bolşevik Partisi’nin inşası ve Sovyetlerin doğrudan işçi demokrasisine dayalı yapısı, devrimci sürecin temel taşlarını oluşturdu. Bu tarihsel birikim, sınıfın iktidar hedefi ile öncü parti arasında gelişen diyalektik ilişki temelinde devrimsel dönüşümün somut zeminini olgunlaştırdı.
Paris Komünü ve Sovyetler, proletaryanın yıkıcı ve kurucu gücünü somutlayan, doğrudan demokrasi biçimleri olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Her ikisi de, proletaryanın maddi zemine dayanan kolektif aksiyon yeteneğini açığa çıkararak işçi sınıfının kendi kaderini tayin edebileceğini deneyimle göstermiştir.
* Yazı dizisinin örgütlenme üzerine notlar ve örgütsel disiplin, yetki, sorumluluk dengesini incelediği ikinci bölümü yarın yayında.