Görevimiz örgütlenmek: Geçmişin dersleriyle geleceği kurmak – 3

Günümüzün toplumsal gerçekliğini kavramak, geleneksel örgütsel kalıpları aşmak ve solun krizine devrimci bir yanıt üretmek… Bu üç amaç etrafında şekillenen yazı dizisinin üçüncü bölümü, Foucault’nun özne yaklaşımı, kurucu özne ve örgütü örgütlemek başlıklarını inceliyor.

Foucault’nun özneyi pasif konuma indirgeyen yaklaşımına eleştirel bakış

Foucault’ya göre özne, öncül bir varlık değil; çözümlemeye konu edilmesi gereken tarihsel bir oluşumdur. Bu yaklaşım, öznenin kendinde bir kurucu kapasiteye sahip olamayacağını, yalnızca belirli tarihsel iktidar ilişkileri içinde biçimlendiğini varsaymaktadır. Bu çerçevede Foucault’nun sınıf çatışması ve kurucu siyasal özneye ilişkin yaklaşımı önemli teorik zaaflar taşımaktadır.

Foucault, iktidarı yıkılabilir ya da sahip olunabilir bir yapı olarak değil, toplumsal ilişkilerin dokusuna işlemiş, çok yönlü ve dağınık bir süreç olarak kavrar. Ona göre iktidar; merkezî, tekil, baskıcı ya da sadece dışlayıcı değildir. Aksine, farklı toplumsal katmanlara nüfuz eden, toplumsal alanın her hücresine yayılan ve sürekli yeniden üretilen bir ilişkiler ağıdır.

Ancak iktidarı bu biçimde tanımlamak, sınıf mücadelesinin tarihsel belirleyiciliğini, devrimci öznenin kurucu rolünü ve toplumsal dönüşümün maddi olanaklarını temellendirmeyi imkânsız hâle getirmektedir. Bu bakış açısı, iktidarın ve kapitalist toplumun tarihsel olarak belirlenmiş sınıfsal karakterini göz ardı ettiği gibi, toplumsal eşitsizliklerin maddi üretim koşullarını da geri plana itmektedir. Dahası, insanın kolektif aksiyon yeteneğini, siyasal müdahale olanaklarını ve devrimci dönüşüm potansiyelini teorik olarak zayıflatmaktadır.

Sonuç olarak, Foucault öznenin tarihsel rolünü silikleştirir. Bu yaklaşım, belirli kesimlerde etkili olsa da esasen ideolojik bir boşluğun ürünüdür. Oysa açık olan şudur: Kurucu bir siyasal öznenin varlığı ve kolektif özgürleşmenin imkânı, hem tarihsel deneyimlerle hem de günümüzün somut pratikleriyle birlikte, maddi temelleri ve örgütsel araçlarıyla yeterince açık ve mümkündür.

Toplumsallık, insanların barınma, beslenme gibi temel ihtiyaçlarını karşılayabilme ve türünü sürdürebilme zorunluluğundan doğmuştur. Bu zorunlulukların itici gücü, kuşkusuz maddi yaşamın pratik gereksinimleridir. Ancak bu ihtiyaçların toplumsal eyleme dönüşmesi, bireyin toplumsal ilişkiler içinde özneleşmesi ve bu ihtiyaçlar temelinde kurucu bir rol üstlenmesiyle mümkün olmuştur.

Örgütlenme, bu toplumsallığın maddi biçimidir. Toplum, yaşamsal tehditleri asgariye indirerek kendi varlığını sürdürme ve bu varoluşu toplumsal ilişkiler aracılığıyla yeniden üretme kapasitesine sahiptir. Devrimler ise, bu yapının içindeki sınıfsal çelişkilerin olgunlaşmasıyla, kurucu bir öznenin öncülüğünde tarihsel olarak açığa çıkan momentlerdir.

Kurucu özne

Kapitalist düzenin kültürel etkilerinden tamamen izole olmak mümkün değildir. Birey, gündelik yaşamda bu etkilerle sürekli karşı karşıyadır. Bu nedenle dönüştürücü bir çizgi izlemek, devrimci örgütün temel görevidir. Bu hattın en kritik bileşeni ise kurucu özne politikasıdır.

Kurucu özne hem kitlelerle sahici bağ kurabilen hem de örgütün ideolojik ve politik bütünlüğünü koruyabilen bir kadro tipidir. Bu nitelikler yalnızca bireysel gelişimle değil, kolektifin sürekliliğini sağlayan bir mücadeleyle mümkün olur. Kurucu özne, sürekli bir yeniden inşa süreci içinde kendisini ve çevresini dönüştürür.

İçinden geçtiğimiz tarihsel moment; hem ciddi olanaklar hem de yapısal riskler taşımaktadır. Bu koşullar toplumu dönüştürecek, örgütleyecek ve devrimci öncülük yapacak bir politik öznenin, yani yeni bir kurucu öznenin inşasını zorunlu kılmaktadır.

Ancak böyle bir özne kendiliğinden oluşmaz. Bilinçli bir irade, kararlı bir yönelim ve politik donanım gerektirir. Bu temelde bağımsız bir politik hattın örülmesi ve kurucu rol üstlenebilecek devrimci bir hareketin inşası, ertelenemez tarihsel bir sorumluluk hâline gelmiştir. Bu, aynı zamanda sosyalist hareketin yeniden kurucu bir zemin kazanabilmesi açısından da yaşamsal bir önem taşımaktadır.

Lenin’in ifadesiyle: “Akıllılar sözü ile kastettiğim, profesyonel devrimcilerdir, kökenleri öğrenci olmuş ya da işçi olmuş önemli değil.” (V. İ. Lenin, Ne Yapmalı?, s. 136) Devrimci örgütlenme içinde belirleyici olan, proletaryanın iktidarı için izlenen pratik yönelimdir.

Dolayısıyla bugün ihtiyaç duyduğumuz kurucu özne, profesyonel devrimciler temelinde inşa edilecek iradi, donanımlı ve kolektif bir örgütlülükle mümkündür. Elbette bu örgütlenme, günümüzün özgün toplumsal-siyasal koşullarına yanıt verebilen bir kavrayışla ve bu özgünlük içinde biçimlenen bir nitelikle inşa edilmelidir.

Lenin, profesyonel devrimcileri; örgütlü kitle çalışması içinde derinleşen, devrimci disiplinle donanmış, çekirdek kadro inşasına katkı sunan ve sürekli ideolojik eğitimle kendini geliştiren kadrolar olarak tanımlamıştır. Profesyonel devrimci, yaşamının her anını devrim mücadelesine adayan ve bu doğrultuda süreklilik taşıyan bir pratik ve bilinç düzeyine sahip olmalıdır.

Ancak Lenin, örgütsüz kesimlerle profesyonel devrimciler arasında dışlayıcı bir ayrım çizmemiştir. Aksine, devrimci dönüşüm sürecine milyonların farklı düzeylerde ve çeşitli biçimlerde katılabileceğini; bu katılımın ise toplumsallaşan profesyonel devrimcilerin öncülüğünde örgütlenmesi gerektiğini vurgulamıştır. Bu yaklaşım, öncülük ile kitle ilişkisini doğru kurmak ve devrimci örgütü, geniş emekçi yığınlarla buluşturmak açısından stratejik bir öneme sahiptir.

Kapitalizmin çoklu krizlerinin derinleştiği bu tarihsel evrede, devrimci hareketin niteliği, sürecin yönünü belirleyebilecek mi? Eğer bu nitelik güçlendirilemezse, egemen sınıflar krizleri kendi lehlerine çevirmeyi ve halkların öfkesini sistem içi çözümlere yönlendirmeyi sürdürecektir. Oysa sosyalizmin 21. yüzyılda yeniden bir umut ve ufuk olarak yükselebilmesi, bu krizleri siyasal olanaklara dönüştürebilecek güçlü bir öznenin yaratılmasına bağlıdır.

En geniş kitle çalışmasının içinde, en dar ama en nitelikli unsur olarak kurucu öznenin inşası esas olarak niteliksel bir dönüşümü ifade eder. Amaç, örgütün ve kurucu öznelerin, stratejik hedeflere yönelme kapasitesine sahip olmasıdır.

Lenin, devrimcilerin çoğunluğunun başlangıçta eğitimsiz olmasının doğal olduğunu belirtmiş ve şunu eklemiştir: “Devrimcilerin çoğunluğunun eğitimden yoksun oluşu, bu tümüyle doğal olgu, herhangi bir özel korku yaratamazdı. Bir kez görevler doğru bir biçimde belirlenince, bir kez bu görevleri gerçekleştirmek yolunda yinelenen girişimler için enerji olunca, geçici başarısızlıklar yalnızca küçük talihsizlikleri temsil ediyordu. Devrimci deneyim ve örgütsel yetenek elde edilebilecek şeylerdir, yeter ki bunları elde etme isteği olsun, yeter ki eksiklikler kabul edilsin. Devrimci eylemde bu eksikliklerin kabul edilmesi, bunların yarı yarıya giderilmesi demektir.” (V. İ. Lenin, Ne Yapmalı?, s. 41)

Kurucu özne, kadroların örgütsel yapı içindeki işlevinden doğar. Bu özne; yeni mevziler kazanma, bu mevzileri kalıcılaştırma ve devrimci hedeflere ulaşma konusunda iradi bir kararlılığa sahiptir. En küçük fırsatları değerlendirebilen, sınırlı olanakları somut politik sonuçlara dönüştürebilen bir yetkinlik barındırır. Kuşkusuz bu yetkinlik, örgütsel birikim ve iradi müdahale sonucunda pratikte şekillenecektir.

Bu bağlamda, örgütlenmenin araçları ve işleyiş biçimi de değişen koşullara uygun biçimde yenilenmelidir. Nesnel koşullar, devrimci esnekliği zorunlu kılmaktadır. Geniş kitlelerle bağ kurmanın ve onları politik hedeflere yönlendirmenin yolu, bu esnekliği taktik bir beceriye dönüştürebilmekten geçer. Örgütsel yapı; kolektif içinde en sıkı disiplini ve ideolojik-stratejik netliği esas almalıdır. Ancak aynı zamanda, geniş kitle çalışmasında yaratıcı, esnek ve öncü taktikleri hayata geçirebilecek bir dinamizm taşımalıdır.

Kurucu özne politikasının ön koşullarından biri, bireyin ait olduğu toplumsal dinamikten bağımsız olarak devrimci tarzda toplumsallaştırılmasıdır. Bu toplumsallaşma; planlı ve disiplinli bir yaşamı, kolektif iradeye bağlılığı, emek sürecine özveriyle katılımı ve eleştiri-özeleştiri mekanizmasını içselleştirmekle mümkündür. Böylesi bir bilinç yalnızca iç örgütsel işleyişi değil, aynı zamanda kitlelerle kurulan ilişkinin niteliğini de belirleyen politik bir hattır.

Bu noktada profesyonel kadrolaşmanın önemi daha da belirginleşir. Profesyonel kadro; ihtiyaç duyulan her yerde sorgusuz görev üstlenen, kişisel çıkarları değil kolektif sorumluluğu önceleyen ve örgütsel bütünlüğü koruyan nitelikli militanlardan oluşur. Bu bilinç, devrimci hareketin yalnızca bugünkü direncini değil, gelecekteki inşa sürecini de omuzlayacak temel güçtür.

Yukarıda da belirtildiği gibi Blankistler, kapitalist düzenin ancak küçük, disiplinli ve silahlı bir devrimci grubun darbesiyle yıkılabileceğine inanıyordu. Onlara göre örgütlü bir azınlık, uygun tarihsel bir anda iktidarı ele geçirerek halkı harekete geçirebilir ve böylece devrim sürecini tetikleyebilirdi. Blanqui’nin stratejisinde kitlelerin ya da sınıfın örgütlenmesi ikincil önemdeydi; belirleyici olan, devrimci iradenin dar ve kararlı bir öncü güç tarafından temsil edilmesiydi.

Blanqui’nin ideolojik ve stratejik çizgisi yalnızca yaşadığı dönemi değil, sonraki devrimci arayışları da etkiledi. Rusya’da Narodnik hareket içinde, Türkiye’de ise 1970’li yıllarda ortaya çıkan bazı “cephe” örgütlenmeleri, bu anlayıştan esinlenerek siyasal sahneye çıkmaya çalıştı. Bu etkinin açık bir örneği, Devrimci Sol’un Devrimci Yol’a yönelttiği “kitlelerin peşinden sürüklenme” eleştirisinin ardından, kendisinin de kısa süreliğine “öncü savaş” stratejisine yönelmesidir. Ancak çok geçmeden eleştirdiği pratiği yeniden üretmiş, benzer bir ideolojik-politik açmazla karşı karşıya kalmıştır.

Blankist ayaklanmaların yenilgisi ve Narodnik hareketin başarısızlığı, kimi çevrelerde Marksist çizgiye yönelimi beraberinde getirmiştir. Bu yönelim, devrimin yalnızca özverili küçük grupların değil, geniş yığınların tarihsel özneleşme süreciyle gerçekleşebileceğine dair bir kavrayışın gelişmesini sağlamıştır.

Bolşevikler, Blankist gelenekteki adanmışlık ve örgütsel disiplini olumlamakla birlikte onun sınıftan kopuk stratejisini sert biçimde eleştirmiştir. Lenin’in öncülük anlayışı Blanqui’den izler taşısa da onu işçi sınıfının kitlesel devrimci eylemiyle sentezlemeyi hedeflemiştir. Marksizm devrimi dar bir kadro hareketine indirgemez; devrim ancak proletaryanın öz örgütlenmeleriyle, bilinçli ve yaygın bir mücadeleyle mümkün olabilir.

Lenin’in kadro politikası ve örgütsel ilkeselliği günümüzde hâlâ güncelliğini korumaktadır. Lenin, küçük burjuva devrimcileri ile profesyonel kadro çizgisi arasındaki temel farkı kitleleri örgütleme, onları devrimci hedeflere yönlendirme ve topyekûn ayaklanmaya hazırlama stratejisinde görüyordu. Menşeviklerin, işçi sınıfının politik bilincinin kendiliğinden gelişeceği yönündeki anlayışına karşı Lenin bu bilincin ancak dışarıdan—öncü parti ve kadro aracılığıyla—sınıfa taşınabileceğini savundu. Bu nedenle profesyonel devrimci kadroların inşası, Leninist örgüt anlayışının merkezinde yer alır.

Bu yaklaşım yalnızca bir örgütsel biçim önerisi değil; devrimci öznenin nasıl ve ne tür bir politik-toplumsal donanımla inşa edilmesi gerektiğine dair tarihsel bir miras. Blanqui’nin deneyimi, öncülüğün örgütlü sınıf hareketiyle bağ kurmadan sürdürülemeyeceğini göstermiştir. Leninist örgüt anlayışı ise devrimci irade ile kitlelerin tarihsel gücünü aynı zeminde buluşturarak bu tarihsel açmazı aşmayı başarmıştır.

Lenin’in yazdıklarını ve uygulamalarını bugüne birebir taşımak ya da olduğu gibi tekrar etmekten kaçınılmalıdır. Bize düşen sorumluluk Lenin’i kendi tarihsel bağlamı içinde kavrayarak geliştirdiği stratejik yaklaşımları bugünün sınıfsal yapısına ve toplumsal koşullarına uygun biçimde yeniden üretmektir. Lenin kendi döneminin devrimci ihtiyaçlarına yanıt veren bir profesyonel devrimcilik tanımı geliştirmiştir. Bugün ise 21. yüzyıl sosyalizminin özgün koşullarına denk düşen bir profesyonel devrimci kimliğini inşa etme sorumluluğu bizim görevimizdir.

21. yüzyılda sosyalizm mücadelesi ve örgütlenmesi “mevzi savaşları” temelinde şekillenecektir. Bu perspektifle hareket eden devrimci güçler, ikili iktidar mücadelesini dönemin stratejik yönelimi olarak kavramakta; topyekûn ayaklanma öncesinde bir devrimci birikim ve mevzilenme sürecini esas almaktadır. Bu tarihsel süreçte devrimci strateji sabırlı, süreklilik taşıyan bir örgütlenme anlayışıyla yürütülmelidir.

Bu bağlamda Lenin’in profesyonel devrimci kavrayışı bugün de yeni dönemin özgün sınıfsal ve toplumsal koşullarına uygun örgütlenme biçimlerinin inşasında önemli bir teorik ve pratik referans noktası olmayı sürdürmektedir. Ancak 21. yüzyılın devrimci kadrosu, artık 20. yüzyıldaki öncüllerinden farklı olarak sınıfın içinde mevzi kazanma, uzun soluklu bir ikili iktidar sürecinin kurucu aktörü olma görevini üstlenmelidir. 

Bu dönemin kadro modeli kitlelerle güçlü, sahici ve kalıcı bağlar kurabilmeli; ajitasyon merkezli ilişki biçimlerinin ötesine geçerek birlikte üretme, birlikte öğrenme ve birlikte mücadele etme temelinde yeni ilişki biçimleri geliştirebilmelidir. Toplumsal etki alanlarını genişletmeyi, ikili iktidar sürecini örgütlemeyi ve tüm bunları daha dirençli bir örgütsel süreklilik temelinde yeniden tanımlamayı içermelidir. Böyle bir kadro hem ideolojik tutarlılık hem de örgütsel esneklik arasında diyalektik bir denge kurarak günümüzün pesimist ruh hâli koşullarında devrimci pratiğin önünü açacaktır.

Topyekûn ayaklanmalara giden yol kuşkusuz uzun süreli ikili iktidar süreçlerinin örgütlenmesiyle mümkün olacaktır. Bugün bu tarihsel geçiş dönemini örgütleme göreviyle karşı karşıyayız. Bu durum günümüzün maddi gerçeği olarak yeterince açıktır. Dolayısıyla bu yeni döneme uygun bir örgüt yapısı ve kadro politikası geliştirmek ertelenemez bir zorunluluk hâline gelmiştir.

Bugün bize düşen tarihsel görev bu zengin mirastan beslenerek yeni dönemin kadro politikasını kurmaktır. Kuşkusuz Lenin’in belirlediği kadro ilkeleri güncelliğini korumaktadır. Ancak bu ilkelerin yönelimi günümüzün sınıfsal, toplumsal ve siyasal özgünlükleri temelinde yeniden temellendirilmelidir.

Uzun süreli bir ikili iktidar sürecinin ihtiyaç duyduğu kadro tipi “kurucu özne” kavramı çerçevesinde yeniden ele alınmalı ve örgütlenmelidir. Dünün kitleleri topyekûn ayaklanmaya hazırlayan kadro anlayışı bugün sistem içindeki mevzileri kazanarak 21. yüzyıl sosyalizminin kurucu rolünü üstlenecek bir karaktere bürünmek zorundadır.

Bu kadro yalnızca ideolojik donanımıyla değil, stratejik yönelimi ve örgütsel pratiğiyle de farklılaşmalıdır. Kurucu kadrolar, mevzileri biriktiren, bu mevziler üzerinden halkın öz örgütlülüklerini güçlendiren ve uzun süreli bir toplumsal dönüşüm sürecine yön verebilecek siyasal bir iradeyi temsil etmelidir.

Örgütü örgütlemek

“Kapitalizmde yaşanan yapısal değişim, sınıfın mücadele içindeki konumlanışında önemli değişimler yarattı. Sanayi kapitalizminden informatik çağa veya bilgi-hizmet kapitalizmine geçiş, sınıfın yoğunluk ve homojenliğinde köklü değişimler getirdi.” (Mehmet Yılmazer, 21. Yüzyıl Sosyalizmine Giriş, s. 178)

Kapitalizmin yaşadığı bu köklü dönüşüm sınıfın niteliksel yapısında da kaçınılmaz değişimleri beraberinde getirdi. Sınıfın parçalı ve güvencesiz hâle gelmesi kolektif davranma yetisini büyük oranda zayıflattı. Bu parçalanma devrimci stratejinin yeniden tanımlanmasını ve yenilenmesini zorunlu kıldı. 21. yüzyıl sosyalizmi fikriyatının şekillenmesini sağlayan temel dayanak işte bu köklü değişimdir. 

21. yüzyıl sosyalizmi yaşam ve çalışma alanlarına yayılan bir perspektifle, sınıfın öncü bakışıyla ve ikili iktidar stratejisi temelinde geniş toplumsal ittifaklara dayanmaktadır. Kapitalizmin çoklu krizinin derinleştiği günümüz koşullarında bu perspektif, stratejik önemini her zamankinden daha fazla taşımaktadır.

Neoliberal politikaların en belirgin sonucu, kapitalizm ile demokrasi arasındaki bağın günden güne zayıflamasıdır. Emperyalist güçler, neoliberal kapitalist sistemin tarihsel krizlerini küresel düzeyde yeni dizayn politikalarıyla aşmaya çalışmaktadır. Faşizmin yükselmesi, otoriter rejimlerin yaygınlaşması ve savaş politikalarının sistematikleştirilmesi bu çabanın somut biçimleridir. Emperyalizm kendi merkezini tahkim etmek adına çevre coğrafyaları istikrarsızlık ve kaosa sürüklemektedir.

“Burjuvazi için özgürlük olan yerde, proletarya ve çalışan halk için demokrasi diye bir şey yoktur. Bazı kapitalist ülkelerde, burjuvazinin temel çıkarlarını tehlikeye sokmamak koşuluyla, Komünist partilerin kurulmasına yasal olarak izin verilmiştir. Bu sınırı aşınca hukuken var olamazlar.” (Mao Zedong, Teori ve Pratik, s. 80)

Bugün kapitalist merkezlerdeki meşruiyet krizi, hukukun askıya alınması, baskı rejimlerinin kurumsallaşması ve yağma-talan politikalarının sistematik bir devlet pratiğine dönüşmesiyle derinleşmektedir. Bu tarihsel moment zaman zaman halk isyanlarının ortaya çıkmasına neden olmakta; ancak bu öfke henüz kalıcı ve örgütlü bir politik güce dönüşememektedir. Sosyalist hareket ise bu kriz karşısında politik pozisyonunu netleştirmekte ve örgütsel varlığını görünür kılmakta yetersiz kalmaktadır.

Bu koşullar altında sosyalist ideoloji, tarihinin en silik dönemlerinden birini yaşamaktadır. Ezilen halkların kendi kaderini tayin etme yönünde zaman zaman umut verici çıkışlar belirse de bu işaretlerin ete kemiğe bürünmesi ancak sabır, disiplin, emek ve ortak hedeflere bağlılıkla yürütülecek uzun soluklu bir mücadeleyle mümkün olabilir.

Bu noktada temel sorunlardan biri emekçi kitlelerin hâlâ bir “kurtarıcı” beklentisi içinde olmasıdır. Bu eğilim sosyalist yapılarda da güçlü figür arayışı biçiminde yeniden üretilmektedir. Oysa içinde bulunduğumuz tarihsel moment bireysel kurtarıcılık arayışlarını değil, kolektif iradeyi, örgütlü gücü ve stratejik aklı zorunlu kılmaktadır. Çünkü devrimsel değişim süreci ancak kolektif bir öznenin iradesiyle mümkündür. Öyleyse bu kolektif gücü nasıl inşa edebiliriz?

Bu soru yüzeysel pratiklerle değil; ideolojik, stratejik ve örgütsel bütünlük temelinde verilecek bir yeniden yapılanma yanıtını gerektirir. Günümüzün nesnel siyasal tablosu, kurucu öznenin hem makro hem de mikro düzeyde kendini yeniden kurmasını zorunlu kılmaktadır. Bu yeniden inşa, aynı zamanda kurumsallaşmayı ve yerel inisiyatiflerin güçlendirilmesini esas almalıdır. Komite ve meclislerin işlevselleştirilmesi, profesyonel kadroların yetiştirilmesi ve örgütsel yapının yeni döneme uygun biçimde yeniden inşası önümüzdeki dönemin temel görevleri arasında yer almalıdır.

Böylesi bir yoğunlaşma, merkez ile yerel arasındaki diyalektik bağı canlı tutacak; kolektif politik hattın toplumsallaşmasını sağlayacaktır. Burada kast edilen ideolojik ve stratejik yenilenmeye uygun bir örgütsel bütünlük temelinde köklü bir yeniden yapılanmadır. Esas hedef niteliksel bir dönüşüm yaratmaktır. Aynı zamanda bu yaklaşım, öncü misyonun inşasını ve kurucu rolün güçlenmesini sağlayacaktır. Devrimsel sürece yön verecek bu tür bir perspektif, parçalı ve dağınık durumun panzehiri olacak; stratejik sürekliliğin güvencesini oluşturacaktır.

“Parti örgütünü kurarken yalnızca patlamalara ve sokak çatışmalarına, ya da ‘tekdüze günlük savaşımın ilerleyişine’ güvenmek büyük hata olur. Biz her zaman günlük çalışmamızı yapmalıyız ve her zaman her şeye hazır olmalıyız, çünkü çoğu kez patlama dönemleri ile durgunluk dönemlerinin birbirinin yerini ne zaman alacağını önceden kestirmek hemen hemen olanaksızdır. Bu değişmeleri önceden görebildiğimiz durumlarda da, bu öngörüden örgütümüzü yeniden kurmak için yararlanamayız…” (V. İ. Lenin, Ne Yapmalı?, s. 190)

Bugünün temel görevi örgütü örgütlemek, kurucu özneyi kurmak ve dönemin ihtiyacına yanıt verecek örgütlenme biçimlerini inşa etmektir. Bu görev yalnızca teknik bir yapı oluşturmak değil, aynı zamanda politik yönelimimizi, ideolojik berraklığımızı ve stratejik irademizi yeniden kurmak anlamına gelmektedir.

Başarı ancak kolektif bir önderlikle mümkündür. Ortak hedeflere yönelmiş kolektif irade, pratiğin her aşamasında sinerji yaratmakta ve kadroları güçlendiren bir mücadele hattını örgütlemektedir. Kadro ya da kadro adayı, bu nitelikleri kitleyle kurduğu bağlar aracılığıyla, öğrenme ve öğretme yeteneğini geliştirerek kolektif önderliği somutlaştırabilir.

Postmodernizmin kültürel etkileri örgütsel yapıların esnekleşmesini de beraberinde getirmiştir. Bugünün nesnel koşulları bu nedenle iki yönelimi aynı anda zorunlu kılmaktadır: Birincisi disiplinli ve adanmış bir kurucu özne inşası konusunda ısrarlı bir irade sergilemek; ikincisi ise esnek ve yaratıcı örgütlenme taktikleri geliştirmektir. Eski kalıp ve tekrarlara dayanan katı yapıların yeni toplumsal dinamiklere nüfuz etmesi mümkün değildir. Ancak ideolojik netliğini koruyup esnek taktiklerle hareket eden hareketler bu tarihsel boşluğu doldurabilir.

Örgütlenme stratejisi toplumun tüm hücrelerine nüfuz edecek bir temelde kurgulanmalı ve bu doğrultuda güçlendirilmelidir. Çünkü ülke çapında örgütlü bir devrimci hareketin inşası, ancak bu çok katmanlı örgütsel yapının kararlılıkla kurulmasına bağlıdır. Devrimci mücadelenin asli zemini yalnızca düşünsel netlik değil, aynı zamanda bu düşünsel çerçeveyi taşıyabilecek örgütsel donanımdır. Donanımlı kadrolar, sınıfın savunma gücünü oluşturur; işleyen komiteler ve kolektif akla dayalı meclisler ise bu gücün sürekliliğini ve işlevselliğini sağlar. Bu yapılar olmaksızın, bir devrimci örgütün ideolojik ve politik tespitlerinin toplumsal karşılık bulması mümkün değildir. Dolayısıyla bu örgütsel yapıların inşası hem kolektif hedefleri pekiştirmek hem de hareketin yalnızca propaganda ve ajitasyonla sınırlı kalmasını engellemek açısından kritik önemdedir. Aynı zamanda bu inşa süreci devrimci mücadelenin stratejik hedeflerine ulaşmasının da temel koşuludur.

Sonuç olarak günümüzde sosyalist hareketin önündeki temel engel yalnızca düzenin baskıları değil, aynı zamanda ideolojik çözülmedir. Post-Marksist yaklaşımlar, sınıf siyasetinin yerine kimlik temelli liberal eğilimleri koyarak mücadeleyi bulanıklaştırmakta; ulusalcı sol ise devrimci kopuşu değil, düzen içi restorasyonu anti-emperyalist bir kılıfa büründürerek yeniden üretmektedir. Marksizmi evrimci bir yaklaşımla “yeniden yorumlamaya” çalışan kimi çevreler, Leninist devrim anlayışını tarih dışı ve ezbere dayalı bir kalıba indirgemektedir.

Bu eğilimlerin ortak paydası, ideolojik bulanıklık yaratmaları ve devrimci hattın yönünü belirsizleştirmeleridir. Oysa Marksizm tarih dışı bir dogma değil; güncel sınıf mücadeleleri içinde yeniden üretilmesi gereken devrimci bir teoridir. Lenin’in kıtasal devrim anlayışını tarihsel koşullara göre bölgesel stratejilere dönüştürmesi gibi, bizler de kapitalizmin yapısal dönüşümlerine, sınıfın parçalanmasına ve mücadele dinamiklerindeki değişimlere uygun stratejiler geliştirmek zorundayız.

Topyekûn ayaklanmalar öncesinde, uzun süreli ikili iktidar süreçlerinin örgütlenmesi bu dönemin stratejik yaklaşımıdır. Bu gerçeklik kurucu öznenin niteliğini ve konumlanışını yeniden tanımlamayı zorunlu kılmaktadır. Görevimiz, ideolojik berraklığı sınıf perspektifiyle derinleştirmek, stratejik hedefleri netleştirmek ve bu doğrultuda örgütsel donanımı inşa etmektir.

Devrimci mücadele ancak kolektif irade, donanımlı kadrolar ve işleyen örgütsel yapılar temelinde sürdürülebilir. Bütünlüklü, süreklilik taşıyan bir devrimci hat örülmelidir. Bu hat yerellerde kurulan meclisler, komiteler ve merkezde ise disiplinli ve stratejik hedeflere odaklanmış kurucu öznelerin pratiğiyle yürütülecek bir örgütsel koordinasyonla, kolektif önderlik temelinde güç kazanacaktır.

Başarı, hangi yollarda yürüyerek inşa edileceğini bilen bir devrimci örgütlülükle mümkündür. Devrimci örgüt, değişim ve dönüşümün kurucu gücü olmalıdır. Bu da ancak ideolojik netliğe sahip, stratejik hedeflerle donanmış ve bu doğrultuda seferber olmuş kurucu özneler aracılığıyla mümkündür.

Görevimiz açıktır: Neoliberal kapitalizmin krizlerine ve otoriter-faşist yönetim biçimlerine karşı stratejik kararlılık ve örgütsel bütünlükle direnmek; 21. yüzyıl sosyalizmini kuracak kurucu özneyi ve devrimci örgütlülüğü inşa etmektir. Bu görev, ertelenemez, ötelenemez ve başkasına havale edilemez. Bugün alınacak her sorumluluk, yarının devrimci inşasında belirleyici olacaktır.