Korku imparatorluğu: İsrail gerçekten başarılı olabilir mi?
İsrail, bu devasa toplumsal enerjiyi küçük ve kontrol edilebilir hasımlara indirgeme çabasında. Ancak tarih, kibirle planlanan her üstünlük stratejisinin eninde sonunda büyük çöküşlere yol açtığını hatırlatıyor. Bugün sosyal medya, diaspora hareketleri, kültürel boykotlar ve sosyal ağlarla bu bilinç yeniden uyanıyor. Ve bu uyanışın karşısında hiçbir Demir Kubbe sonsuza kadar dayanamaz.

İsrail’in bölgesel stratejisi uzun süredir kaba kuvvete, teknolojik üstünlüğe ve ABD ile Batı’nın mali, askerî ve diplomatik desteğine dayanmaktadır. Ancak askerî güçle sürdürülen bu denge, demografik gerçeklikler, ideolojik sınırlılıklar ve tarihsel kırılmalar nedeniyle giderek daha kırılgan hâle gelmektedir.
“Yok edilemez” görüntüsü gerçek mi yoksa bir efsane mi?
İsrail’in temel hedefi ABD öncülüğündeki emperyal güçlerin askerî üssü olarak hareket etmenin yanı sıra Yahudi kimliğine dayalı bir devletin sürekliliğini sağlamak, bu uğurda toprak bütünlüğünü genişletmek ve Filistinlileri politik, coğrafi ve demografik olarak etkisizleştirmektir. Bu strateji; Batı Şeria’daki yerleşim politikaları, Gazze üzerindeki abluka, Arap halklarına yönelik ayrımcılık ve yüksek savunma harcamalarıyla kendisini gösterir. Ancak bu durum, sürdürülebilir bir barış ve meşruiyet zemini değil, kriz odaklı bir “hayatta kalma rejimi” doğurmaktadır.
ABD ve İsrail: Yayılmacılığın iki farklı yüzü
İsrail’in yayılmacı stratejisi tarihsel olarak ABD’nin 19. yüzyılda uyguladığı Manifest Destiny (Açık Kader) doktriniyle benzerlik taşır. ABD bu doktrin çerçevesinde yerli Kızılderili halklarını asimile etmiş veya ortadan kaldırmış; Meksika’dan toprak alarak Kaliforniya ve Teksas gibi bölgeleri ilhak etmiştir. Bu süreçte o çok övündükleri “Amerikan rüyası ulusunu” yaratmışlardır. Ancak ABD’nin bu süreçte uyguladığı asimilasyon ve eritme potası politikaları ile İsrail’in ayrıştırıcı ve dışlayıcı yapısı arasında ciddi farklar bulunmaktadır.
ABD, göçmen akınları ve yurttaş yapma mekanizmalarıyla yeni topraklara uyumlu bir toplum inşa etmeye çalışmıştır. İsrail ise Yahudi olmayan nüfusu –özellikle Arapları– sistematik olarak gettolaştırmakta, vatandaşlık hakkı tanımamakta ve asimilasyon yerine tecrit yöntemini tercih etmektedir. Bu durum ABD’nin kurumsal kolonyalizmine karşılık İsrail’in dinî bir kolonyalizmi olarak okunabilir.
İsrail stratejisinin yapısal çıkmazları
İsrail yaklaşık 9.7 milyon nüfusa sahip olup bunun %25’i Arap halkından oluşmaktadır. Buna ek olarak Batı Şeria ve Gazze’de 5.3 milyon Filistinli yaşamaktadır. Filistinli nüfusun doğum oranları (%2.5), İsrail’deki Yahudi doğum oranlarını (%1.5) geçmekte. 2050’ye gelindiğinde, Filistinlilerin toplam nüfusta çoğunluk hâline gelmesi kaçınılmaz görünmektedir. Bu durum, İsrail’in “Yahudi devleti” iddiasını doğrudan tehdit etmektedir.
İsrail, GSYİH’nin %5’inden fazlasını savunmaya ayırmaktadır; bu oran dünya ortalamasının üç katıdır. Üç katmanlı Demir Kubbe gibi yüksek maliyetli savunma sistemleri ve sürekli askerî tetikte olma durumu, uzun vadeli ekonomik sürdürülebilirliği zayıflatmaktadır.
İsrail içinde Arap halkının eşit yurttaşlık talepleri ile ultra-ortodoks ve aşırı sağcı Yahudi gruplar arasında ciddi gerilimler yaşanmaktadır. Siyasi sistemin sağcılaşması ve laik-demokratik değerlere uzaklaşması, İsrail içindeki rejim krizini derinleştirmektedir.
Dinci İsrail devletinin ikilemi: Asimilasyon mu gettolaşma mı?
İsrail’in temel millî ideolojik temelinin dinî kimliğe dayanması sebebiyle sistemin kapsayıcılığı sınırlıdır. Museviliğin dışarıdan katılıma kapalı olması Arapların bu sisteme entegre olmasını engellemektedir. “Geri dönüş yasası” ile dünyanın dört bir yanındaki Yahudiler İsrail’e davet edilirken İsrail vatandaşı olan Araplar ikinci sınıf vatandaş statüsünde tutulmaktadır.
Arapçanın resmî dil statüsü kaldırılarak “özel statü” verildi. Kurumsal ayrımcılık, kaynak dağılımı eşitsizliği ve sosyal dışlanma sonucunda Arap vatandaşlar birçok alanda ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmektedir. Bu durum klasik kolonyalizmin modern versiyonu olan apartheid düzenine çok yakındır. Güney Afrika örneği, benzer rejimlerin uluslararası kamuoyunun baskısı ve içerideki yükselen direnişle nasıl çöktüğünü göstermektedir.
İran’la savaşın ardından: “Dokunulmaz” denilen İsrail’in maskesi düştü mü?
Kısa ama sarsıcı geçen 12 günlük İsrail-İran savaşı, Orta Doğu’nun iki kudretli figürünün sahadaki çıplak gerçeğini ifşa etti. Uzun süredir “kof” olmakla itham edilen İran, bu kez doğrudan İsrail’in kalbine kadar uzanarak ezber bozdu. İsrail’in yüksek teknolojiye ve istihbarat gücüne dayanan “yenilmezlik” efsanesi ise bu çatışmada hayli hırpalandı.
İran, “geliyorum” diyen saldırılarıyla hem askerî üsleri hem de sivil altyapıyı hedef aldı. İran önce sayısız ucuz dronlarla saldırdı ve bu durum herkesin tebessüm etmesine neden oldu; ardından İsrail’in ekonomik ve askerî stratejik hedeflerini imha edilemeyen hipersonik füzelerle vurdu. İsrail, alışılmışın aksine bu hamlelere karşı her zamanki hız ve netlikle cevap veremedi. Düşman topraklarında hareket kabiliyeti yüksek bir aktör olarak bilinen İsrail, kendi sınırları içinde diken üstünde beklemek zorunda kaldı. Bu da caydırıcılığın artık sadece bombayla değil, sembollerle de test edildiği bir çağda İsrail’in imajına ağır hasar verdi.
Savaşın sonunda kazanan net değildi ama kaybedenin adı yüksek sesle söylendi: İsrail. İçeride güvenlik bürokrasisi, dışarıda ise ABD desteğine olan bağımlılığı tartışma konusu oldu. Demir Kubbe’nin üstünde artık görünmeyen çatlaklar değil, alaycı bir İran tebessümü var. Bu savaş sadece füzeleri değil, mitleri de havaya uçurdu.
İsrail bölgede bir “korku imparatorluğu” kurabilir mi?
Şu soru giderek daha çok soruluyor: İsrail’in bölgede sergilediği bu çarpıcı askerî güç gösterisi, kalıcı bir “korku imparatorluğu” yaratabilir mi? Ancak mevcut çatışma, İsrail’in bu yüksek teknolojili taktiklerinin gerçekten devamının mümkün olup olmadığını ciddi bir şekilde sorgulatıyor.
Düşünün: Lübnan’da iletişim ağlarını vuran akıllı bombalar, Gazze’deki nokta operasyonları, İran’da üst düzey generallere düzenlenen suikastlar, Suriye’deki hava saldırıları… Bunların hepsi, İsrail’in teknolojik üstünlüğünü ve keskin istihbarat yeteneğini gözler önüne seren çarpıcı örnekler. Fakat asıl mesele şu: Bu strateji uzun vadede işe yarıyor mu?
Şöyle bir gerçek var: Yüksek teknolojiyle vurulan hedefler –ister Hamas liderleri, ister Hizbullah’ın altyapısı, ister İranlı generaller olsun– onların dayandığı fikirleri veya örgütsel kökleri yok edemiyor. Öldürülen bir liderin yerini hızla bir başkası alıyor, yıkılan bir tesis yeniden inşa ediliyor. Ve her “başarılı” vuruş karşı taraftaki nefreti daha da derinleştiriyor, intikam arzusunu körüklüyor. Korku, uzun vadede direnci kırmak yerine, bilakis sertleştiriyor. Arap halkları daha hızlı örgütleniyor, savunmasını daha da güçlendiriyor.
Üstelik bu saldırıların bir bedeli var: Sivillerin hayatı altüst oluyor, uluslararası hukuka dair koca soru işaretleri doğuyor. Her saldırı İsrail’in ittifaklarını biraz daha aşındırıyor. “Korku imparatorluğu” dediğin şey aslında düşmanını ortadan kaldıramayan, sadece geçici olarak bastırabilen bir stratejidir. Bu, sürekli tetikte olmayı, durmadan yeni tehditlerin filizlenmesini ve bitmek bilmeyen bir güvenlik açmazını besler. Sonsuz bir kısır döngü.
İsrail, ansızın operasyonlarla sahiden etkileyici bir üstünlük havası yaratabilir, kısa vadeli bir korku salabilir. Fakat bu teknoloji ve taktik üstünlüğünün gölgesinde yükselen sözde “imparatorluk”, kalıcı bir barışın, gerçek bir güvenliğin ya da meşru bir egemenliğin teminatını vermiyor. Aksine yıkıcı bir devridaimin parçası olarak kalıyor. Zafer havaları, nihayetinde, çözümsüzlüğün açmazını yaratıyor.
Küresel hafızayı yok sayan kibir: İsrail 1.5 milyarı ne kadar süre görmezden gelebilir?
İsrail’in politikaları artık sadece Filistin’e değil, Kudüs’le birlikte hafızalara kazınmış bir kimliğe, 1.5 milyarlık bir insanlık cephesine yönelmiş durumda. Mezhepleri, coğrafyaları ve dilleri aşan bu topluluk, ortak bir onurun, yüzyıllardır bastırılmış bir adalet duygusunun taşıyıcısı. Mescid-i Aksa’ya atılan her kurşun, yalnızca bir mabede değil; Endonezya’dan Fas’a, İstanbul’dan Lahor’a kadar uzanan kolektif bir kalbe saplanıyor.
İsrail, bu devasa toplumsal enerjiyi küçük ve kontrol edilebilir hasımlara indirgeme çabasında. Ancak tarih, kibirle planlanan her üstünlük stratejisinin eninde sonunda büyük çöküşlere yol açtığını hatırlatıyor. Bugün sosyal medya, diaspora hareketleri, kültürel boykotlar ve sosyal ağlarla bu bilinç yeniden uyanıyor. Ve bu uyanışın karşısında hiçbir Demir Kubbe sonsuza kadar dayanamaz. İsrail sadece Filistin’i değil, ahlaki meşruiyetini ve tarih önündeki konumunu da kaybetme riskiyle karşı karşıya. Bu yok sayma siyaseti, kendini yok eden bir illüzyondan başka bir şey değil.
Geç kalınmış bir kolonyalizm ve çöküş ihtimali
İsrail, 19. yüzyıl kolonyalizmini 21. yüzyılda sürdürmeye çalışan son aktörlerden biridir. Ancak içinde bulunduğumuz çağ, artık askerî şiddetle tahakküm kurmanın yeterli olmadığı, meşruiyetle desteklenmesi gereken bir çağdır. İsrail ne yerli halkı yok edebiliyor ne de asimile edebiliyor. Geriye sadece onları çıplak zorla baskı altında tutmak kalıyor ki bu da tarihsel olarak sürdürülemez bir modeldir.
İsrail’in dinî, dışlayıcı ve şiddete dayalı yapısı, hem içerideki toplumsal barışı hem de dışarıdaki meşruiyetini tüketmektedir. Demir Kubbe’nin gölgesinde inşa edilen bu düzenin kırılma anı da kaçınılmaz görünüyor.