Meşruiyet krizi ve isyan birikim süreci
Meşruiyet krizi; faşizmin kurumsallaşması, yasaların keyfî biçimde askıya alınması, baskı rejiminin sistematikleşmesi ve buna bağlı olarak isyan birikiminin zaman zaman dışa vurmasıyla kendini göstermektedir.

Emperyalizm, neoliberal kapitalist sistemin çoklu krizlerini aşmak için dünyayı yayılmacı politikalarla yeniden dizayn etmeye çalışmaktadır. Otoriterleşmenin arttığı, faşizmin yükseldiği ve yağma-talan politikalarının pervasızca uygulandığı bir dönemden geçiyoruz.
Bu küresel tabloda, Türkiye’deki faşizmin inşa süreci de giderek daha karmaşık bir hâl almıştır. Ezilenler cephesinde en belirgin toplumsal ve politik güç ise Kürt hareketidir. Tarihsel olarak ağır bedeller ödemesine rağmen kolektif varlığını korumayı başaran Kürt halkı, bu yeniden şekilleniş sürecinde gasp edilen haklarını geri almak için çok yönlü bir mücadele yürütmektedir.
Erdoğan, 31 Mart yerel seçimleri sonrası yaptığı “Bu bizim için bir dönüm noktasıdır” açıklamasıyla birlikte, devletin içeride ve dışarıda kapsamlı bir stratejiyle hareket edeceğini ilan etmiştir. Suriye’de Esad rejiminin çözülmesiyle HTŞ’nin iktidara gelişi Erdoğan’a geçici bir rahatlama sağlamış; içerde ise toplumsal muhalefeti tasfiye etmeye dönük sistematik bir saldırı başlatılmıştır. Kürt sorununa dair gelişmeler de bu politik atmosferde yeni bir evreye girmiştir.
Bu noktada, rejimin yalnızca baskı araçlarıyla değil, çok katmanlı ve karmaşık yöntemlerle ilerlediğini görmek gerekir. Faşizmi kurumsallaştırmaya dönük bu stratejilere rağmen Kürt meselesinde taraflar arasında bir tür uzlaşının sağlanmış olduğu görülmektedir. Ancak böyle bir gelişme Türkiye’de köklü bir demokratikleşmenin önünü açmaz; tersine, faşizmin farklı biçimlerde daha da derinleştiği bir zemini besleyebilir.
Faşizmin bu derinleşme süreci karşısında yalnızca Kürt hareketinin değil, tüm sosyalist ve devrimci yapıların politik pozisyonları da belirleyici hâle gelmiştir. İçinden geçtiğimiz tarihsel moment hem ciddi olanaklar hem de yapısal riskler barındırmaktadır. Bu nesnel tabloyu değerlendirirken Kürt özgürlük hareketi ile sosyalist hareketin tarihsel birikimleri, mücadele pratikleri ve öznel konumlanışlarının farklılaştığı göz önünde bulundurulmalıdır. Kuşkusuz sosyalist hareket Kürt halkının onurlu barış talebini ilkesel düzeyde sonuna kadar desteklemelidir. Ancak bu, özgürlük hareketinin her taktik yönelimini sorgusuz sualsiz onaylamayı gerektirmez. Esas mesele sürecin nesnesi değil, öznesi olabilmek, bağımsız bir politik hat inşa edebilmektir. Aksi hâlde taktiksel savrulmaların peşinden sürüklenmek, sosyalist hareketin kurucu zeminini aşındıracaktır.
Kürt özgürlük hareketinin taktik yönelimlerine dair yürütülen tartışmalar, bazı liberal eğilimlerin güç kazanmasına da zemin hazırlamaktadır. Bu eğilimler mevcut dönüşüm sürecinin taşıdığı ideolojik ve stratejik yanılsamaları göz ardı etme riskini barındırmaktadır. Bu nedenle sosyalist hareketin ilkesel duruşunu koruması ve politik eksenini kaybetmemesi hayati önem taşımaktadır.
Bu bağlamda AKP-MHP ittifakıyla cisimleşen Saray rejimi, faşizmin kurumsallaşmasını hedeflemekte, yasaları fiilen askıya almakta, halkın seçme ve seçilme iradesini gasp etmekte ve temel yurttaşlık haklarını açıkça ihlal etmektedir. Yargı bağımsızlığının ortadan kaldırılması, yasama üzerindeki mutlak tahakküm ve toplumsal muhalefeti “böl, parçala, etkisizleştir” siyasetiyle dağıtma stratejileri bu sürecin temel dinamikleridir. Kayyım atamalarıyla halk iradesi yok sayılmış, yağma ve talan yasalarıyla kamu kaynakları sermayeye peşkeş çekilmiştir.
Ülke adeta bir yangın yerine dönmüştür. İşçiler ve emekliler açlığa mahkûm edilmekte, orman yangınlarına karşı gerekli önlemler alınmamakta ve halkın yaşamı göz göre göre yok sayılmaktadır. Bütün bu gelişmeler Türkiye’de derinleşen bir meşruiyet krizini açık biçimde gözler önüne sermektedir.
Meşruiyet krizi; faşizmin kurumsallaşması, yasaların keyfî biçimde askıya alınması, baskı rejiminin sistematikleşmesi ve buna bağlı olarak isyan birikiminin zaman zaman dışa vurmasıyla kendini göstermektedir. Bu kriz, özellikle 19 Mart eylemsellikleriyle birlikte daha görünür hâle gelmiştir.
Gelinen aşamada mesele yalnızca Erdoğan’ın seçilip seçilmemesi değil; doğrudan rejimin niteliğiyle ilgilidir. Saray rejimi, halkın ezici çoğunluğu nezdinde meşruiyetini büyük ölçüde yitirmiştir. Bu durum yalnızca iktidarın toplumu yönetme kapasitesini kaybettiğini değil; aynı zamanda toplumla iktidar arasındaki bağların çözülmekte olduğunu göstermektedir. Başka bir ifadeyle, toplumun geniş kesimleri artık bu rejimi meşru görmemektedir.
Bu meşruiyet krizi aynı zamanda toplumsal hukukun da çöküşü anlamına gelmektedir. Dolayısıyla yeni bir toplumsal değişim süreci, ertelenemez bir tarihsel zorunluluk hâline gelmiştir.