Suriye’de Alevi katliamı devam ediyor

Bir toplumun yalnızca “belirli bir kesimi” yönetiyorsa “eşit yurttaşlık” nerede kalır?“Yol bir”in adaleti, “sürek binbir”in çoğulculuğuyla buluştuğunda insanlık ancak özgürleşebilir.

Mart 2025… Suriye’nin Akdeniz’e açılan kentlerinde mezhep avı başladı. Sokaklar, inancından ötürü damgalananların çığlıklarıyla çınlıyor. Lazkiye’de, Hama’da, Humus’ta, Şam’da evler tek tek tarandı, Tartus’ta  çocuklar kurşunlara dizildi. Bir günde 162 can… 10 günde 1.557 beden… 51 bin insan, topraklarından sökülüp atıldı. 25 Nisan, öldürülen Alevi sayısı 13 oldu. Kaçırılan genç kadınlar…

Dehşet, insanlığın sınırlarını parçalıyor: Yaşlılar sürüklenerek katlediliyor, göz yuvaları bıçaklarla oyuluyor, canlı canlı organlar kesiliyor. Suriye rejimi “terörle mücadele” maskesiyle sivil mahalleleri bombalıyor; elektriksizlik açlığa, susuzluk ölüme mahkûm ediyor.

Uluslararası toplum? Sessiz. Batı’nın “insan hakları” nutukları, Alevi kanıyla sulanan bu topraklarda sağırlaşıyor. Suriye, nefretin bıçakla kazındığı bir mezhep mezarlığına dönüşürken dünya seyrediyor.

Bir çocuğun kalbini çıkardılar!

“Bunu kim hak eder?“ Bu soru, insanlığın yüzleşmekten kaçındığı bir gerçeği haykırıyor: Hiçbir çocuk, hiçbir insan böyle bir vahşeti hak etmez. Suriye’de yaşanan bu zulüm, savaşın ve iktidar hırsının insanı nasıl “canavarlaştırdığının“ ve en temel ahlaki sınırları nasıl yok ettiğinin çarpıcı bir kanıtı. Bir babanın anlattıkları ise bu dehşeti gözler önüne seriyor: “Yaklaşık 10 kişilik silahlı bir grup evimizi bastı. Küçük oğlumun anemi hastası olduğunu söyleyerek yalvardım… Onu bıraktılar, ama büyük oğlumu götürdüler. Saatler sonra ‘Oğlunu Hafız Esad’ın yanına gönderdik. Kalbini söktük, gel al’ dediler. Cesedini bulduğumda kalbi bedeninin üzerindeydi…”

Bu vahşet yalnızca bir coğrafyanın değil insanlığın utancıdır. Baba, yardım için kuzenine gittiğinde onun da dört oğlunun katledildiğini öğrenir. İşte savaşın gerçek yüzü: Çocuk bedenleri birer “mesaj“a, kalpler birer “tehdit sembolü“ne dönüşür. İktidarların korku politikası, insanlığı ruhsuz bir makineye çevirirken bu feryatlar tüm dünyanın vicdanında kanayan bir yara olarak kalıyor.

Dürzi Aleviler neden hayatta kalabildi? “Biz kendimizi savunmayı öğrendik”

Cebel-i Dürz Dağı’nın doruklarında bir sır yatar: “Teslim olma!” 18. yüzyılda Osmanlı’yla inatlaşan Dürziler, özgürlük tutkusuyla savaştı. Kanla kazandıkları miras bugün bile yaşıyor. Köylerindeki milisler, dağlarda erzak depoları… Üç tugaylık öz savunma gücü Arap Baharı’nda bile bölgeyi korudu. Neden mi? Örgütlüydüler!

Suriye Alevileri nafile bir güven içnde yaşadı. Aynı coğrafya, farklı kader. Beşar Esad’ın “azınlık koruyucusu” propagandası “sizi korurum” vaadine kanan Aleviler öz savunmayı unuttu. Dağınık kaldılar. Rejimin gölgesine sığındılar. Peki ya bedel? Savunmasız köyler, parçalanan topluluklar…

Bir inanç diğeriyle neden kıyaslanır? “Yol bir, sürek binbir“ ne demek?

“Yol bir“ inançta birlik, “sürek binbir“ pratikte çeşitlilik anlamına gelir. Anadolu dervişleri Alevi toplumunun doğasını bu şekilde açıklamaya çalışmışlar.

Alevilik özünde insanı, doğayı ve hakikati merkeze alan bir yaşam felsefesidir. Temel ilkesi “yol bir” ile adalet, eşitlik, sevgi gibi değerlerde birliği savunur. Ancak “sürek binbir” derken bu değerlere ulaşmak için farklı yolların, ritüellerin ve yerel kültürlerin olabileceğini kabul eder.

Kıyaslamanın sebebi ne olabilir? İktidarların “tek tip” inşa çabasıdır. Tarihte egemen güçler (Osmanlı, Selçuklu, modern ulus-devletler) yönetimi kolaylaştırmak için toplumu tek din, tek mezhep, tek kültür altında standartlaştırmaya çalıştı. Alevilik ise merkezîyetçiliği reddeden, yerel ve çoğulcu bir yapıya sahip. Bu nedenle iktidarlar Aleviliği “öteki” olarak konumlandırıp onu Sünnilik/Şiilik gibi diğer inançlarla kıyaslayarak kontrol altına almayı hedefledi.

“Ruhunu teslim alamazsan yönetemezsin“ korkusu iktidarlar için inançları standartlaştırmak, toplumu pasifleştirmenin bir aracıdır. Alevilik ise “kural fetişizmi” yerine vicdan ve akıl temelli Bâtıni (öze dair) bir yaklaşım sunar. Bu özgünlük, iktidarın “ruhu teslim alma” planını bozar.

Alevilerin ortak değerleri neler olabilir? “Yol birliği”, ortak insani değerlerde buluşmakla gerçekleşir. Pratikte dayanışma için: Farklılıkları tehdit değil zenginlik olarak görmek, iktidarın “böl-yönet” politikalarına karşı ortak hak mücadelesi, inanç-ibadet mekânlarının eşit statüde tanınması, kadın-erkek eşitliği gibi Alevi öğretisinin ilkelerini sahiplenmek gereklidir.

Özetle Alevilik çeşitlilik içinde birliği savunarak iktidarların dayattığı “tek tip” dünyaya meydan okur. “Yol birliği”, insanlığın ortak vicdanında; “sürek binbir” ise renklerimizdedir. Dayanışma, farklılıkları yok sayarak değil onları kucaklayarak kurulur

Hatay’da Alevilere baskı bitmiyor!

Hatay Samandağ’ın Mağaracık ve Hıdırbey mahalleleri, 6 Şubat depreminin yaralarını sarmaya çalışan insanların şimdi de zeytinliklerinden, geçim kaynaklarından ve anılarından koparılmak istendiği bir direniş alanına dönüştü. “Rezerv alan” adı altında yürütülen acele kamulaştırmalar, devletin “sadece toprağı değil, halkın belleğini gasp etme” politikasının yeni bir halkası. İş makineleri sadece ağaçları değil, bir halkın kimliğini ve onurunu söküp atmaya çalışıyor. Kepçelerin önüne çıkanlar, “Bu hukuksuzluğa boyun eğmeyeceğiz!” diyerek yalnızca tarlalarını değil onurlu bir yaşamı savunuyor. Çünkü bugün Mağaracık’ta yaşanan yarın tüm Samandağ’ın, hatta Hatay’ın, hatta tüm ülkenin başına gelebilir.

Arap Alevi toplumu, Hatay-Adana-Mersin hattında yıllardır devlet eliyle örülmüş görünmez duvarlarla kuşatılmış durumda. Okullarda “zorunlu din dersleri” adı altında dayatılan Sünni İslam anlayışı, çocukları kendi kültürlerine yabancılaştımayı amaçlıyor. Bu bir eğitim politikası değil asimilasyon projesi. Devlet kurumlarındaki temsil uçurumu ise çarpıcı: Nüfus oranlarıyla açıklanamayacak düşük temsil, Alevilerin karar mekanizmalarından nasıl dışlandığının kanıtı. Peki bir toplumun yalnızca “belirli bir kesimi” yönetiyorsa “eşit yurttaşlık” nerede kalır?

Samandağ’da bir yurttaşın kamulaştırma protestosunda kolu kırıldı, dava ertelendi. Ancak halk susturulamadı. Çünkü bu mücadele sadece birkaç ağacın kesilmesine değil, yıllardır süren ayrımcılığın zincirlerini kırmaya dair. Samandağ’da direnenler tüm Türkiye’ye şunu hatırlatıyor: “Biz toprağımıza değil, insanlığımıza sahip çıkıyoruz.”

HTŞ: Suriye’de karanlığın yükselişi

Suriye’nin kanla sulanmış topraklarında, Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) bir azgın rüzgâra dönüştü. Kökleri El-Kaide’ye uzanan örgüt, 2017’de maskesini değiştirerek ”ılımlı” kisvesine büründü. İdlib’i karargâh yaptı, silahlı grupları tek çatıda topladı. Esad’ın bombalarına rağmen yerel halkı ”koruma” vaadiyle güçlendi.

Dünyanın gözü Gazze-İsrail çatışmasındayken HTŞ fırtınası patladı. Rejim ordusu, Rusya’nın Ukrayna’ya odaklanmasıyla çöktü. İran’ın ekonomik krizi desteği kesti. HTŞ, Şam’a doğru ilerlerken sosyal medyada “Özgür Suriye” naraları esti. Ama zafer, mezhepçi infazlar ve terörle geldi. 

23 yıllık rejim, HTŞ’nin Şam’a girmesiyle son buldu. Ancak ”özgürlük”, yeni bir kâbusa dönüştü. HTŞ, laik kesimi hedef aldı; kadınlar evlere hapsedildi, farklıya katliam başlattı. Türkiye sınırı kapattı, AB tepkisiz kaldı. Suriye bu kez cihatçıların pençesinde kanıyor.

Emperyalist güçler Suriye’de ne arıyor?

Ah, o şefkatli dünya emperyalistleri… Suriye’ye elbette ki insan hakları ve demokrasi getirmek için oradalar! Özellikle de ABD, o barış güvercini ve İsrail, o narin komşu, Suriye halkının refahı için gece gündüz çalışıyorlar. AKP’nin de bu ”hayırsever” güçlerle omuz omuza vermesi, Ortadoğu’nun geleceği için ne kadar da umut verici, değil mi? Petrol kuyuları, stratejik konumlar, mezhep savaşları… Bunlar sadece ”yan ürünler”, asıl amaç kesinlikle Suriye halkının özgürleşmesi! Marks’ın o ”afyon” dediği şey var ya, işte tam da bu ”özgürleştirme” söylemleri olsa gerek. Ne ironik değil mi? ”Ezilenlerin kurtuluşu” naraları altında ezilenlerin kanı akıtılıyor.

Bitirirken

Suriye’de akan kan, emperyalist hegemonya ve kapitalist sömürü düzeninin karanlık yüzünü teşhir ediyor. Mezhepçi şiddet, iktidarların ”böl-yönet” politikalarıyla beslenirken Batı’nın insan hakları retoriği petrol ve jeopolitik çıkarların gölgesinde boğuluyor. “Yol bir”in adaleti, “sürek binbir”in çoğulculuğuyla buluştuğunda insanlık ancak özgürleşebilir. Suriye’nin yaraları, ancak sömürüsüz bir dünya hayaliyle sarılır. Umut, sokaklarda direnenlerin yüreğinde çarpıyor.