Korku duvarı aşılıyor

Erdoğan’ın muhalefeti tasfiye etme amacının bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmasından sonra “barış” süreci kendi başına yalıtılmış olarak ele alınamaz. İkinci sonuç, kitlelerin günlerce sokakta öfkelerini dile getirmesi, bir anlamda korku duvarının aşılmasıdır. Her sevinci halklar için kâbusa dönüştürmeyi başaran Saray rejiminin artık kendisi için kâbus başlamıştır. 

Fotoğraf: Hayri Tunç

İmamoğlu’nun diplomasının iptali ve ardından tutuklanmasıyla nasıl gideceği belli olmayan siyasal ortamda bazı noktalarda bir kesinleşme ortaya çıktı. Yaşananlar kesin bir dönüm noktasıdır. Çok sık kullanılan deyimiyle Saray “tüm düğmelere aynı anda bastı” ya da basmak zorunda kaldı. 

Bir yanda adı henüz konulmamış, Kürt sorunuyla ilgili süreç akarken diğer yanda özellikle CHP’yi tasfiye adımları atılıyor; aynı zamanda kriz için uygulanan ekonomi programı neredeyse rafa kaldırıldı. Merkez Bankası 10 milyar doların üzerinde satış yaptı. Bütün bunlar yaşanırken bölgedeki gelişmeler sanki iç politikadaki ağırlığını yitiriyor. Saray HTŞ ve SDG arasındaki anlaşmadan sonra bir bekleyişe geçti. Trump’ın bu tercihine doğrudan ve ilk elden karşı durmak olmazdı. 

19 Mart olaylarının anlamına gelelim. Saray’ın dar anlamdaki hedefi, güçlü rakibini tasfiye etmektir. Ancak attığı adımlardan anlaşıldığı kadarıyla sadece rakibin tasfiyesi değil, bu yetmezse ana muhalefet partisinin tasfiyesi, paralize edilmesi; bu da yetmezse seçimlerin bir yol bulunarak toptan ortadan kaldırılması bile göze alınmıştır. Bu ölçüde çılgınlığın göze alınmasının arkasındaki itici güç çok iyi biliniyor. İktidar o kadar çok ve büyük günahların üzerinde duruyor ki kaybederse sadece bir seçim kaybetmiş olmayacak, siyasal İslam’ın “yüzyıllık fırsatını” bir daha ele geçirilemez biçimde kaybedecektir. Elbette sadece kaybetmekle kalmayacak, belki de günahlarının bedelini ödemek zorunda kalacaktır. Zaten dağları bekleyen korkunun altında yatan gerçek budur. 

Erdoğan gelgeç olarak gördüğü “demokrasi tramvayından” artık kesinlikle inmiştir. Bundan sonra hangi manevrayı yaparsa yapsın olaylar Saray’ı bu geldiği noktanın daha ötesine gitmeye zorlayacaktır. Sorun artık İmamoğlu’nun adaylığı konusundan öteye faşizm ve demokrasi mücadelesi ikilemine dayanmıştır. İktidar muhalefeti yeterince paralize edemezse, kaçınılmaz bir şekilde sandığı nasıl ortadan kaldıracağının yollarını arayacaktır. 

Bu koşullarda geçen ekim ayında başlayan, hâlâ adı konulamayan sürecin yürümesi mümkün müdür? Son yaşananlarla birlikte ortaya nasıl bir tablo çıkmaktadır? En son Bahçeli’den Malazgirt’te PKK’nin kongre toplaması önerisi gelince süreç konusunda iktidarın bir ciddiyeti var mı sorusu akıllara takılıyor. Sadece bu değil, bir müddet önce DEM Parti heyeti ile AKP görüşmesinden sonra yapılan açıklamada açıkça “PKK kendini tasfiye etmedikçe hükümetin bir adım atmayacağı” açıklanmıştır. Öte andan son sürecin içinde Saray’ın  CHP’yi görmek istemediği biliniyordu, 19 Mart olaylarıyla bu artık açık bir gerçeklik hâline gelmiştir. 

19 Mart olaylarından sonra sürecin içinde CHP’nin de olmasının önemi üzerine İmralı’dan yapılan vurgunun ne kadar yerinde olduğu ortaya çıkmıştır. İmamoğlu üzerinden kent uzlaşısı yargılanmaya çalışılırsa süreç nasıl işleyecektir? Fakat Cumhur İttfakı’nın bu tuzağı artık yürümüyor. Bu yaşananlardan, Erdoğan’ın muhalefeti tasfiye etme amacının bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmasından sonra “barış” süreci kendi başına yalıtılmış olarak ele alınamaz. Ana muhalefet partisinin varolma garantisinin olmadığı bir rejimden, değişime hazırlanan Kürt Hareketi için “demokratik siyaset ve hukuki boyutunun tanınması”  nasıl beklenebilir?  

Son olaylardan ilk ortaya çıkan sonuç budur. Süreç en geniş güçlerle birlikte ve şeffaf olarak yürütülebilirse bir geleceği olabilir. 

İkinci sonuç, kitlelerin günlerce sokakta öfkelerini dile getirmesi, bir anlamda korku duvarının aşılmasıdır. Saray’ın her şeyi keyfîleştirmesi ve kendi çıkarları için kullanması, en küçük tepkilerin yargı tehdidi altında olması, sonuçta bir tıkanma noktasına gelip dayandı. Meydanlardan “yeter” tepkisi yükselmeye başladı.  Gezi’den 12 yıl sonra meydanlar dolmaya başladı. Aslında bu dalga mahalli seçimler sonrası Van’ın mazbatasının verilmemesi sonrası başlamış ve bugünlere kadar gelmiştir. Her sevinci halklar için kâbusa dönüştürmeyi başaran Saray rejiminin artık kendisi için kâbus başlamıştır. 

Önceki seçimlerde “evde kalın seçimi bekleyin” tavrında olan CHP, yaşananlardan öğrenmiş görünüyor. Yıllardır bıktırıcı bir pasifliğin esiri olan ana muhalefet sonunda sokakların önemini kavramış görünüyor. Ancak sınavın büyüğü yaklaşan günlerdedir. Sokakların yönetimi cesaret, kararlılık ve taktik kıvraklık gerektirir. 

Diğer önemli sonuç gençlerin büyük kitleler hâlinde mücadeleye katılmalarıdır. Apolitikleştiği düşünülen, bir yolunu bulup ülke dışına gitmeyi hayal eden gençler rejimin değişmesi için sokağa çıkmıştır. Siyasi ve örgütlenme deneyleri zayıf olan gençlerin yeni iletişim ağları ile başka yeteneklerinin olduğu biliniyor. Çıkışları ile CHP’yi kendi sınırlarının ötesine zorladılar. 

Siyasi hedef netliği; güçlü ve dayanıklı örgütlenme yapısı olmadan eylemler Gezi isyanının bir benzerine dönüşebilir. Veya ünlü dünya deneyi 2000’li yılların başındaki Arjantin isyanları gibi büyük etki yaratmalarına rağmen hareketi bir hedefe taşıyan sağlamlık ve dayanıklılık inşa edilemeyince kısa ömürlülük kaçınılmaz oluyor. 

Güçler sahnede biraz daha net yerlerini alıyor ancak sağlamlaştırılması gereken çok fazla boşluk var. Gençler ve geniş kitleler bu boşlukları kendi üsluplarıyla doldurmak, yeni mücadele tarzları yaratmakla karşı karşıyalar. 

Keyfîliğin, pervasızlığın zirvesine tırmanan Saray, Trump’dan doğru esen rüzgârdan güç alacağını düşünüyor olabilir. Ancak aynı zamanda dip dalgaların toprak üstüne çıktığı günlere doğru gidiliyor.