Trump’ı beklerken

M. Sinan Mert yazdı: Kürt Sorunu’nun nasıl ele alınacağıyla ilgili gerçek test sahasının Suriye olması bu sürecin özgünlüğü.

Trump’ın iktidarı devralışının, içinden geçtiğimiz kargaşa ve altüst çağının bu özelliklerini daha da içinden çıkılması güç bir hâle getireceğini öngörmek mümkün. Biden yönetimi yok oluşa sürüklenmesine sebep olduğu Gazze’de ateşkesi, iktidarının son bir haftasına sığdırmayı başarma hevesinde. Aslına bakılırsa Biden yönetimi enflasyonu denetim altına alıp işsizliği de oldukça düşük seviyelere indirmeyi başararak Trump’a dikensiz gül bahçesi devretmeye hazırlanır gibi görünüyor. Dolar basabilen ülkenin 35 trilyon dolarlık bir kamu borcuna sahip olmasının ne tür komplikasyonlara yol açabileceğini post-Keynesyen arkadaşların yaratıcı yorumlarına bırakalım, kim bilir KKM’de olduğu gibi finans kapitalin bu tercihinde de büyük bir keramet görebilirler belki … 

Ancak Trump’ın iktidara oturması hem ABD devleti içinde hem de Atlantik ittifakında var olan derin çatlakların daha da görünürlük kazanmasına yol açacak. Suriye’nin düşmesiyle emperyalizmin yeni yükselen güçler karşısında önemli bir kazanıma imza attığı ortada. Avrupa’daki derin sosyoekonomik ve politik krizlerle ABD’de son California yangının açığa çıkardığı dinamiklere baktığımızda akla “içeride işler bu kadar sarpa sararken dünyada kazanan taraf nasıl Batı olabiliyor?” sorusunu getirecek bir uğrakta olduğumuzu ifade edebiliriz. Bu küresel tablonun duygusallığa kapılmadan hakkaniyetli bir değerlendirmeye tabi tutulması çok önemli çünkü hem Trump’ın öngörülemezliğinin sınırları hem de emperyalizmin Ortadoğu’daki kazanımlarını ne yönde değerlendireceği Türkiye iç siyasetini de birinci dereceden etkileyecek faktörler.

ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı’nın Ankara’da yürüttüğü hafta sonu mesaisi Suriye eksenli bir gündemle yüklüydü, burada SDG’nin yeni dönemde nasıl bir konuma sahip olacağı üzerinde değerlendirmeler yapıldı. Türkiye SDG’nin kendisini feshetmesi dışında bir seçeneği yokmuş gibi davranarak ve operasyon kozunu masaya sürerek elini güçlendirmeye çalışıyor ancak kendisine çizilmiş sınırları aşan bir hamle içerisine girmiş değil. Kobani ve Colani görüşmesi ABD’nin inisiyatifinde ve büyük olasılıkla Türkiye’nin de onayıyla gerçekleşti. 

Yine Akdeniz Belediyesi’ne kayyımların atanması, ardından da Beşiktaş ve İstanbul belediyeleri eksenli operasyonun düğmesine basılması devletin çok yönlü bir taktik hamle içerisinde olduğunu gösteriyor. Bu hamlenin birkaç amacından birisi hiç kuşku yok ki Kürtlerin Suriye’nin geleceğindeki rolünü küçültmek. Ancak tüm tehdit ve poz kesmelere rağmen bu konuda %100 başarılı olma ihtimalinin bulunmadığının Ankara da farkında. Hem Suriye’deki kurucu aktörün güvenilmezliği, hem zafer sarhoşluğuyla ilk ay içerisinde sergiledikleri kendi taşkınlıklarının diğer bölgesel güçlerde yarattığı dengeleme arayışları, hem de SDG’nin biriktirdiği güçler bu farkındalığın gerekçeleri olarak ortaya konabilir. 

Kürt Sorunu’nun nasıl ele alınacağıyla ilgili gerçek test sahasının Suriye olması bu sürecin özgünlüğü. Halkların barış yönündeki güçlü iradesinin devletin masayı devirme ve savaşı yükseltme hamlesini zayıflatma kapasitesi büyük olsa da şu andaki toplumsal güç dengeleri bu kapasitenin mutlak bir mâni olma sonucunu ortaya çıkaramayacağını gösteriyor. Kavga ve dövüşle ilerleyen masa sürecinin devamlılığı Batı emperyalizminin çizdiği sınırlar tarafından belirleniyor. Bu iki nokta; temel müzakerenin Suriye eksenli olması ve tarafları masada tutanın emperyalizm olması dönemin temel dinamiklerini anlamlandırabilmek açısından çok önemli. Geniş kamuoyunu “süreç var mı yok mu?” papatya falı açmaya kitleyen ya da Sırrı Süreyya’yı “barış-çözüm” ikiliğine yönelten dinamikler bu sıra dışı çerçeveden besleniyor. 

“Kürt Sorunu’nun çözümünün demokratik müzakereler yoluyla çözüme kavuşturulması egemen sınıf temsilcilerinin bu çözümden ne murat ettiğinden bağımsız olarak olumludur”. Kimi sol-kemalistleri yerinden hoplatan bu tespit tarihsel olarak doğrulanmış bir genel doğruyu ifade ediyor. Öncelikle içinden geçilen momentin demokratik müzakere olarak tanımlanması tabii ki mümkün değil. Bu ancak faşizm karşıtı geniş yığınların “Kürtler AKP’yle anlaşıyor mu?” alıklığından kurtularak sınırlarını emperyalizmin çizdiği çerçeveyi demokratik bir seviyeye sıçratacak; barış, yaşanacak ücret ve özgürlük üçlüsünü ortak bir mücadelenin birleştirici gücü haline getirecek, kayyımlara ve pahalılığa karşı öfkeyi birlikte örgütleyecek bir kararlılık ortaya koymasına bağlı. 

Kürt Sorunu’nun törörö hamasetinin dışına çıkarak ele alındığı en son dönemde Türkiye halklarının Gezi Direnişi’yle nasıl ayağa kalktığı, bu direnişin Kobane’yi savunma iradesiyle nasıl bütünleştiği ve AKP’ye 7  Haziran 2015 yenilgisini nasıl tattırdığı tarihimizin  oldukça yakın geçmişi; kibir abidesi süper bilgili beylerin unutması imkânsız olgular değil mi bunlar? O dönemde Erdoğan’ın başkan olmak ve Kürt siyasi hareketini tasfiye etmek dışında bir arzusu mu vardı yoksa? Dolmabahçe’de sergilenen tablo, kimin nerede oturacağına dair bilek güreşine kadar halklarımızın kararlı inadıyla ortaya çıkmadı mı? Bu dönemde elde edilen kazanımları püskürtmek için Suruç’tan 10 Ekim’e korkunç bir kan banyosu eşliğinde Çökertme Planı sahaya sürülmedi mi? İnşa edilen, faşizme salınan rejim Gezi-Kobane momentine egemen sınıfın tüm gerici kanatlarının ortak saldırısının ürünü değil mi? 

Malum sonrasında da birçok toplumsal olayda basit analoji kurmayı düşünme sanan birçok bilge “Gezi’nin ayak seslerini” işitir gibi oldu ama beklentiler gerçek olamadı. CHP kuyrukçuluğunda hiçbir beis görmeyen sol kemalistlerin enternasyonal sosyalistleri her fırsatta “kraldan çok kralcılıkla” suçlamayı her kapıyı açan bir maymuncuk sanmaları da tarihin ayrı bir cilvesi, oysa derin bir cehaleti ortaya döküp saçmadan önce eleştirilen aktörün hangi momentte ne dediğine, nasıl tutum aldığına, hangi eleştirilerden dolayı dokuz köyden kovulduğuna bakmak gerekmez mi? Gerekir ama ezber bilgi malum baldan tatlıdır. 

21 Ocak’ta Lenin’in 101. ölüm yıldönümü. Birikim dergisinin Lenin derlemesindeki Laçiner-İnsel-Argın yazılarına bakınca gerçi, “Lenin iyi ki erken ölmüş yoksa başımıza daha ne büyük dertler açardı” diyesi geliyor ama bizim Lenin’den aldığımız en büyük miras onun “somut durumun somut tahlili” takıntısı ve ana bağlılığı. Hayatın akışının çoğu zaman hiç uymadığı kafamızdaki kalıplara ve Platoncu idelere hapsolmadan düşünme ve davranış ilkeleri üretme yeteneği. Kısır bir devir daim içine sıkışmayan ve emekçilerin iktidar alternatifi bir özne hâline gelebilmesini sağlayan bu yaratıcılığa bugün çok ama çok fazla ihtiyacımız var.