Devlet Erdoğan’dan Vazgeçmedi Mi?
Sarayın yasaklarını “elle gelen düğün bayram” diyerek tanımayarak faşizmin “façasını bozan” Beckaert ve Schneider proletaryasının özerkliğine ve özgürlüğüne sahip bir devlet kurumu gösterebilir misiniz?
Ülkemizde politik olguların sınıfsal karakterini görünmez kılmanın en geleneksel yöntemlerinden bir tanesi, tarih içerisinde kadir-i mutlak bir devlet izleğinin değişmeyen merkezi rolünü her durumda temel açıklayıcı, temel fail haline getirmek. Devletin kendisini de sınıflar mücadelesindeki güçler dengesinin bir yoğunlaşması olarak okumayan, tam tersine Olimpos’un zirvesindeki Zeus gibi toplumsal mücadelelerden fazla etkilenmeyen, bunları dışarıdan izleyen ve gerekli gördüğünde belirleyici müdahalesini yapan bir muazzam aktör olarak gösteren anlatı, olguları anlamlandırmak için faydalı olabiliyor ancak gerçekliği çarpıtan bir prizma rolü de oynuyor çoğu zaman. Devleti siyasi tarihimizin neredeyse tek değişmeyen sebebi ve sonucu, son kertede belirleyici faili olarak okumak toplumsal güçlerde kalıcı bir güçsüzlük ve iddiasızlık bilinci üretebiliyor. Son 15 yılda yaşanan rejim değişiminde “güçlü devlete” karşı destekledikleri Erdoğan’ın bir Leviathan’a dönüşmesi sürecinde son derece “faydalı” aparatçikler olarak davranabilmiş, bütün politik okumaları toplum açısından felaket üreten bir koca yanlışa dönüşmüş pespaye liberallerin yeniden itibar kazanma çabalarını yoğunlaştırdıkları bir momentte, “kadir-i mutlak devlet” anlatısının daha sık duyulur hale geleceğini düşünebiliriz.
“Devlet Erdoğan’dan vazgeçmedi” tespitini böylesi bir anlatının güncel biçimlerinden birisi olarak ele alabiliriz. Sevgili Hrant Dink’in katlinin de bir gerekçesi olarak kullanılmaya çalışıldığı 2007 sonrasında şiddetlenen devlet içi çatışmanın, devletin sahipleri olarak görülen neredeyse bütün fraksiyonları darbelediği bir 15 sene yaşadıktan sonra bugün Saray karşısında kendi özerkliğini koruyan bir yeknesak devlet yapısından bahsedebilir miyiz? Faşizm kendi iktidarı dışındaki devlet içerisindeki ve dışındaki tüm özerklikleri ilga edebilen bir rejim olarak düşünülürse özellikle 15 Temmuz sonrasında Saray rejiminin böylesi bir momente eriştiği düşünülebilir. Faşizme geçiş sürecinin bir ara formu olan ikili devlet yapısı dahi bugün büyük oranda silikleşmiştir. Saray’ın ihtiyaç duyduğu bir taktiksel hamle anında harekete geçmeme özerkliğini kalan bir devlet kurumu kalmamış görünmektedir. Sarayın yasaklarını “elle gelen düğün bayram” diyerek tanımayarak faşizmin “façasını bozan” Beckaert ve Schneider proletaryasının özerkliğine ve özgürlüğüne sahip bir devlet kurumu gösterebilir misiniz?
Zaman zaman ortaya çıkan “devlet içindeki çatlaklar” görüntüsüyse yine Saray’ın kimi günahlarının aldatıcı gerekçeleri olarak kullanılacak, yıkımına yol açtığı kimi kesimlerden tekrar rıza devşirmek istediğinde günah keçisi olarak işlev görecek araçlar haline dönüşmektedir. Bugün Saray ile ittifak halinde görülen ve zaman zaman “iktidarın gerçek sahibi” olarak lanse edilmeye çalışılan tüm kesimler son 15 yılın o veya bu momentinde önemli politik yenilgilere uğramış ve son kertede Saray’a sığınmış aktörlerdir.
Bugün Erdoğan ve onun nezdinde Anadolu burjuvazisi, “devlet işte o benim” diyebilecek bir kerte yaratmış durumdadır, dolayısıyla bugünkü siyasi konjonktürde kalıcı bir kırılma yaratmak isteyen tüm güçlerin esas olarak Erdoğan’a kaybettirmek üzerinde yoğunlaşması temel önemdedir. Bu politik gerçek dışındaki değerlendirmeler içinde bulunulan bu kritik momentte kafa karışıklığına ve konsantrasyon eksikliğine kaçınılmaz olarak yol açacaktır. Hele de “Türkiye’de faşizm AKP ile mi başladı?” diyerek devrimci demokrasi güçlerini son derece etkili olabilecekleri bir tarihsel momentte siyaset sahnesinin dışına davet eden ultra devrimci arkadaşlarımız Sarayın ekmeğine kallavi bir yağ sürmenin eşiğinde olduklarını umarız tez zamanda idrak edebilirler. İyi kötü Mao tedrisatından geçmiş bu arkadaşların baş çelişki-tali çelişki diyalektiği üzerine fazlasıyla kafa yormaya ihtiyaçları var gibi gözüküyor.
Erdoğan’ın üçüncü kez aday olmasıyla ilgili tartışmada kimi kesimlerin haklı olarak da hukuki gerekçelerle ısrarcı olmasının yeni bir gerçekleri aydınlatma kampanyası olarak düşünüldüğü ölçüde önemli bir anlamı olacağı kabul edilebilir. Ancak rejimin temel meşruiyet kaynağı haline gelmiş bir aktörün siyasi mücadelelerle değil de hukuki mülahazalarla yenilebileceği gibi bir yanlış bilince yol açacak bir kerteye ulaşırsa sonrasında yeni bir hayal kırıklığına yol açabilecek, yanlış noktaya konumlanmış bir tahkimat anlamına gelebilir. Rejim bu güçler dengesinde, bu konjonktürde hukuk yoluyla değil halkın doğrudan müdahil hale geçebildiği bir sokak-sandık diyalektiği içinde yenilebilir ancak.
HDP’nin adaylık hamlesi şimdiden birkaç politik sonuç yarattı. Burjuva muhalefet içerisindeki adaylık tartışmalarını büyük oranda sadeleştirdi, kendi işaret ettiği adayı öne çekti, kendi tabanına enerji kazandırdı, kapatılma tehdidine rağmen politik kapasitesini yitirmediğini gösterdi. Akşener’in Diyarbakır’a giderek önünde söylediklerinin önemini azaltacak bir “biz varız” tiradını atmasını da sağladı. HDP, Erdoğan karşısındaki hercümercin en önemli üç belirleyici aktöründen (diğerleri de CHP ve İYİP) olduğunu daha da görünür kıldı. Ancak yönetmesi oldukça da zorlu bir sürecin de kapısını araladı. Her adımın milim milim ölçülüp biçilmesi gereken bir momentte paldır küldür ilerlemelerin, temelsiz pragmatizmlerin yıkıcı sonuçları olabileceğini akıldan çıkarmamak gerekiyor.
Sosyalistlerin sağdaki bölünmüşlüğün ve bunun bir kısmının Erdoğan karşıtı muhalefet içerisinde yer alıyor olmasını temel sorun olarak görmesi de şu konjonktür açısından temel çelişkiyi gözden kaçırma anlamına geleceği düşünülebilir. Kendi aralarındaki çelişkinin ne kadar gerçekçi olabileceğini Ankara’daki suikast ortaya koydu. Ancak İYİP içinde giderek su yüzüne çıkma eğilimindeki gerilimin faşizmin konsolidasyonu veya restorasyon dışında bir düzen seçeneği yaratma eğiliminde olduğunu da görmek gerekiyor. İki burjuva bloğun, devrimci demokrasi olanağına yol vermemek adına İYİP kanalından bir füzyona uğraması olasılık dışında değildir.
Sonuç olarak devlet kadir i mutlak bir güç değil Poulantzasçı anlamda sınıflar mücadelesinin bir yoğunlaşmasıdır. Devletin değişemeyen ve yüzyıllara yayılan süreklilikte bir özü yoktur. Bugün devlet ile Erdoğan arasında bir fark okumak yarın “Erdoğan’ı devlet cenderesinden kurtarmak” amaçlı acayipliklere yol verebilir. Sosyalistlerin güç dengesinde yeterince etkin olamamaları konusunda kendileri dışında kızacak kimseleri yok. Modern tarihimizin en ciddi yoksullaşma dalgasına karşı yapabildiklerimizin, örgütlenebildiğimizin bileği hakkına konuşabileceğiz ancak.
Sarayın yasaklarını yırtıp atarak kağıttan kaplana işaret eden proletaryamıza selam olsun!