“İkinci Yüzyıla Çağrı”da işçinin adı yok

Bu açıdan bugün yaşanan ve burjuva siyaset teorisinde “demokratik gerileme” olarak tespit edilen olgunun temel sebebi işçi sınıfının örgütsüzleşmesi dolayısıyla yaşanan toplumsal çözülmedir.

Demokrasi, son kertede bir egemen sınıf diktatörlüğü olmasına rağmen belli kertelerde çeşitli sınıf ve fraksiyonlar arasında iktidar paylaşımını da kurumsal bir biçimde düzenler. “Krallığın, soyluluğun ve burjuvazinin egemenlik için yarışıp kapıştıkları, bu yüzden de egemenliğin bölüşüldüğü bir çağda ve ülkede ‘kuvvetler ayrılığı öğretisi’ de egemen düşünce olarak ortaya çıkacak ve ‘ebedi yasa’ diye ilan edilecektir” (Alman İdeolojisi). Egemenlik bu açıdan Marx ve Engels’in de değindiği gibi paylaşılan bir olgudur. Bu durum, son karar verici ya da “olağanüstü ana karar veren”(Schmitt) olarak iktidarın egemen sınıf tarafından temellük edildiği gerçeğini ortadan kaldırmaz sadece egemenliği katmanlı bir biçimde kavramayı öne çıkarır. Modern demokrasiler de işçi sınıfının “özel mülkiyet hakkı”na saygı göstermesi karşılığında siyasal rejime bir egemenlik ortağı olarak katılabildiği oranda ortaya çıkmış ve kurumsal bir kimlik kazanmıştır. Toplumun işçi sınıfı nezdinde kendisini sermaye ve devlet karşısında bir güç olarak örgütleyebilmesi, olağan koşullarda dengeleyici bir güç olarak var olabilmesi burjuva demokrasisinin temel koşuludur.

“Olağanüstü devlet biçimi, devlet aygıtları bütününün -devlet sisteminin-yeniden düzenlenmesine tekabül edip, devletin ideolojik aygıtlarında ve bunların devlet aygıtı ile olan ilişkilerinde radikal değişimlere yol açar. Bu değişiklikler bizzat devlet bünyesinde, ideolojik aygıtların göreli özerkliğinin yani devlet biçimlerinde bu aygıtları niteleyen göreli özerkliğin, belirgin bir şekilde sınırlanmasını- ki bu durum ortadan kaldırmaya kadar varabilir-ifade etmektedir. Bu devlet aygıtı ile devletin ideolojik aygıtları arasındaki tüm ilişkilerin değişmesi demektir” (Poulantzas, Faşizm ve Diktatörlük, 367). Barolarda, sendikalarda, belediyelerde, üniversitelerde yaşanan birçok güncel değişimi bu paragraftan yola çıkarak anlamlandırabiliriz. Faşist devlet kendisini en çok diğer sınıf ve zümrelerin de kendilerini göreli özerkliğe sahip iktidarlar olarak algıladıkları noktalara gerçekleştirdiği müdahalelerde ortaya koyar. Faşist devlet, bu tür aygıtların özerkliğini bütünüyle ortadan kaldırmaya çalışır, aynı cümlede 5 kere reise teşekkür etmeyen tek bir rektör, dekan bırakmamaya yemin etmiş gibi davranır, kamu çalışanlarından “partiye ve devlete mutlak bağlılık” talep eder. Faşist devlet özerkliklerin ortadan kaldırılmasıyla örgütleniyorsa demokratikleşme de egemen sınıf dışındaki sınıf ve aktörlerinde güç kazanabilecekleri, örgütlenebilecekleri mevziler olarak değerlendirebilecekleri özerk alanlar ve aygıtların inşasıyla mümkündür. Güçlü sendikalar, bağımsız meslek örgütleri, göreli özerkliğini geliştiren üniversiteler, yetkileri genişlemiş yerel yönetimler, mahallelerde halk meclisleri, okullarda öğrenci birlikleri iktidarı güçleri oranında paylaşan çeşitli sınıfların demokratikleşmeye olumlu anlam yükleyebilmeleri için zorunlu olan kurumlaşmalardır.

Sermayenin kar oranlarındaki düşme eğilimi karşısında geliştirdiği kimi yöntemlerin yol açtığı ve işçi sınıfında örgütlenme zorluklarına sebep olan niteliksel dönüşümler, neoliberal karşı devrimin işçi sınıfını güvencesizleştirme ve örgütsüzleştirmeyi hedefleyen çok yönlü saldırıları, modern demokrasileri mümkün kılan bu toplumsal güç dengesinde köklü dönüşümlere yol açtı. Demokrasinin otoriter anti-tezi olarak kabul edilen dünya komünizminin yenilgisi de bu açıdan liberal demokrasilerin istikrarlı varlığını güvence altına alamadı. Demokrasiler ancak;  Toplum’un işçi sınıfı kanalıyla kendisini sermaye ve devlete karşı güçlü bir biçimde örgütleyebildiği, bir iktidar alternatifi olarak kendisini yeniden üretebildiği sürece istikrar kazanabilirdi. Ancak piyasacılığın bir dogma haline getirilmesi, toplumun varlığını sorgulatacak düzeyde çözülmesi ve örgütsüzleşmesi bu olanağı ortadan kaldırdı. Bu açıdan bugün yaşanan ve burjuva siyaset teorisinde “demokratik gerileme” olarak tespit edilen olgunun temel sebebi işçi sınıfının örgütsüzleşmesi dolayısıyla yaşanan toplumsal çözülmedir. Kadın, LGBTİ+, ekoloji hareketleri toplumsal dinamizm yaratma anlamında önemli bir kapasiteye sahip olsa da henüz 20. Yüzyılda işçi sınıfının ortaya koyduğu işlevi oynayabilecek durumda değiller (İran’da yaşananların bu önermeyi ne kadar yanlışlayacağını göreceğiz, umarım yanlışlar). Sömürgeciliğin klasik biçiminin mağduru Kürdistan ve Kürt halkının örgütlü varlığı bölgede demokratikleşme için önemli bir imkân ortaya çıkarmasına rağmen dört coğrafyada da azınlık durumunda olması ancak işçi sınıfının güçlü bir dayanışmasıyla demokratikleşmeyi olanaklı hale getirebiliyor.

CHP’nin gerçekleştirdiği “İkinci Yüzyıla Çağrı” etkinliğinde boy gösteren Daron Acemoğlu’nun son kitabı Dar Koridor’da demokrasiyi zincirlenmiş bir Leviathan’a benzettiğini biliyoruz. Anlatıya göre, Hobbes’un mutlak egemen Leviathan’ı toplumsal güçler tarafından zincirlenip, denetlenip, aşırılıkları ve keyfilikleri törpülenebilirse ortaya demokrasi çıkıyor. Egemen devletin temel yönetme işlevlerini yerine getiremediği, merkezi otoriteyi sağlayamadığı koşullarda da demokrasiden değil anarşiden bahsetmek mümkün oluyor ki Acemoğlu-Robinson kitapta bu duruma Nijerya ve diğer “yönetilemeyen demokrasiler”den örnekler veriyor. Acemoğlu- Robinson zengin-yoksul gerilimini, bir tür demokrasi dinamiği olarak politik analizlerinde daha önce de kullanmış ve bu açıdan geleneksel anlamda Von Mises-Hayek çizgisinde bir neoliberal figür olarak görülemez. Ancak popülizm çağında kitlelerin siyasete katılımının demokrasi yönünde değil de daha ziyade fanatizmi ve faşist dinamikleri destekleyecek yönde gerçekleşmesinin altındaki faktörleri pek de ele almıyor. Sosyalizmin cazibesinin azalmasının demokrasinin krizini tetiklediği olgusunu tartışmıyor. Kurumsalcı bir bakış açısıyla “tek adam rejimleri”nin tarumar ettiği ve geniş denetimsiz alanlar yaratan başkanlık rejimi karşısında denge-denetleme mekanizmalarının kurumsal olarak yeniden inşa edilmesini ve Leviathan’ı bu biçimde zincirlemeyi öneriyor. “İkinci Yüzyıla Çağrı”nın en büyük çelişkisi bu bugünü yaratan 2002 Türkiye’sine dönerek aynen o gün uygulanan senaryoyu hayata geçirmeyi önermesi: Kurumsal reformlarla uluslararası sermaye güvence, kuru baskılama, TL’yi değerlendirme ve “refah üretimini” bu sayede tetiklemek. Sanayi üretiminde bahsedilen yüksek üretkenlik devrimi ise modern çağlarda ancak devlet kapitalizmi eliyle gerçekleştirilebildi, Türkiye finans-kapitali kendisine bu konuda sağlanan tüm olanakları kısa vadeli, hızla kara çevrilebilecek vurgunculuklarla harcadı. O yüzden kendisine dünya devi havası veren ve üniversite hastanesindeki emekçileri güvencesiz, kadrosuz çalıştırmayı marifet sayan Koç, AKP’nin kendisine peşkeş çektiği teknolojiyle alakası olmayan dev tekel TÜPRAŞ ile ülkenin en büyük şirketine sahip. 2008 sonrasında küresel sermaye hareketlerinin son derece istikrarsızlaşması da aynı nehirde iki kere yıkanılmasını imkânsız hale getiriyor. 2002’de ABD mutlak hegemondu oysa bugün Batı gerileyen güç görüntüsünden bir türlü kurtulamıyor. Burjuvazinin bütün yumurtaları Batı sepetine doldurmayı arsızca isteyen bir projeye ne oranda ikna olacağı da tartışma konusu.

İşçi sınıfının son yılarda milli gelirden aldığı paydaki düşmeyi telafi edecek bir politika önermesi geliştirmeden, sınıfı sermaye karşısında güçlendirecek politikalar ortaya koymadan demokrasiden bahsetmek anlamsızlaşıyor. Anayasa da Anayasa Mahkemesi de Sayıştay da orada duruyor ancak zulüm ve sömürü karşısında duracak güçlü bir sınıf dinamiği örgütlenmesi oluşmadıkça bu kurumların Leviathanı denetleyebilmesi imkânsız. Leviathan’ı zincirleyebilecek tek gücün gününü kurtarmak dışında bir şey düşünemeyecek hale getirildiği bir düzende denge denetlemeden, demokratikleşmeden bahsetmek boş lakırdı olacaktır.

Bu yüzden sosyalistler olarak burjuvazinin tüm kanatlarının görmezden geldiği toplumsal zenginliğin yeniden dağıtılmasını merkeze alan bir politik bloğu inşa etmek için daha güçlü yüklenmemiz, yeni yüzyılda bir kez daha soluksuz bırakılmak istenen işçi sınıfının politik özneliğini güçlü bir biçimde inşa etmemiz gerekiyor, burjuvazinin ufkunu radikal bir biçimde aşan bir sosyoekonomik dönüşüm programı ortaya koymamız gerekiyor. İstihdam güvencesi vermeyen, açlık sınırı üstünde gelir güvencesi sağlayamayan, temel hizmetleri ücretsiz hale getiremeyen, bakım emeğini kolektifleştiremeyen bir düzenin meşruiyetini kitlesel olarak sorgulamamız gerekmiyor mu?

İşyerlerinde sendikalarda, mahallelerinde meclislerde örgütlenen işçilerin siyaseten belirleyici bir güç haline gelmesi sağlanmadıkça demokrasi tam bir hayal olarak kalacaktır. O yüzden bir toplumun en tutarlı demokratları işçileri örgütlemek için gecesini gündüzüne katan sosyalistlerdir, devrimcilerdir. Bu mücadelede inşa edilen sadece emek örgütlenmesi değil toplumun kendisidir. Toplum ancak ezilenler nezdinde örgütlü bir güç haline geldiği ve sermaye-devletin sınırlarını çizdiği tarihsel anlarda görünürlük kazanan bir potansiyel gerçekliktir ve “toplum diye bir şey yok sadece bireyler var” diye tepinen Thatcher’ların tezahürünü imkânsız hale getirmeye çalıştıkları tam da onun bu yönüdür.

“Bizden çaldıklarınız geri alacağız” diye sokakları inleten Gençlik Meclisleri bu açıdan kolları şimdiden sıvamış görünüyor.