Hoş geldin Emek ve Özgürlük

Aynı nehirde iki defa yıkanılmıyor muhakkak, 1990’lar nostaljisi üretmek değil amacımız. Ancak sınıfın hegemonyadan kopuşunu hızlandıracak, derinleştirecek ve bu sayede hem sosyalistlere hem de sınıfa politik özne hüviyeti kazandıracak ortak arayışların geliştirilmesi noktasındaki ilgisizlik ile sandık konusunda duyulan olağanüstü heyecanın tezatlığı arasındaki orantısızlık sosyalistlerin krizinin hem tezahürü hem de derinleşmesinin garantisi gibi görünüyor.

Emek ve Özgürlük İttifakı kuruluşunu ilan etti.  Egemen sınıfın politik seçenekleri karşısında işçiler, ezilen halklar ve kadınlar açısından son derece dikkat çekici bir alternatif odak, HDP ekseninde kendisini güçlü bir şekilde ortaya koymuş oldu. Seçimler sathı mailine girildiğinin açık olduğu şu günlerde ortak evimiz olan HDP’nin yeni dostların ittifaka katılmasıyla büyümesi memnuniyet verici.

Ancak ittifakın halka duyurulduğu ilk günden itibaren bu girişimin bir seçim ittifakı değil mücadeleyi büyütme birlikteliği olacağı vurgulanıyordu. Henüz ortak mücadele girişimlerinin odağı olma noktasında zayıf bir ittifak görüntüsü veriyor. Seçimler sürecinin yüksek tansiyonu düşünüldüğünde yürütülecek seçim kampanyasını mücadelenin dışında görmenin ne kadar doğru olacağı tartışması bir yana olsa da ittifakın, geniş halk yığınlarının sıkıntı ve taleplerine eylemli bir görünürlük kazandırması öncelikli hedef olmalı. Ortaya genel söylemlerden oluşan bir taslak program koymaktansa halkın yaşanan büyük soyguna öfkesini yansıtacak bir mücadele programının duyurulması çok daha fazla heyecan yaratmaz mıydı?

Sosyalistlerin içinde bulundukları krizi seçim siyaseti ile aşmaları mümkün müdür?

Açıkçası sınıfın yeni örgütlenme dinamiklerini ortaya çıkaramadığımız sürece sosyalistlerin etkili bir seçim siyaseti yürütmelerinin de seçim siyasetiyle krizlerini aşmalarının da mümkün olmadığını düşünüyorum. Bugün belki damdan düşer gibi sosyalistlerin krizinden bahsetmenin anlamsız olacağı dün olmayıp da bugün yaşanan hangi olgunun sosyalistlerin krizini ön plana çıkarmayı zorunluluk haline getirdiğini soranlar olabilir.

2000’li yıllarla birlikte sınıfsal olanın giderek görünmezleşmesi, AKP’nin inşa ettiği neoliberal hegemonyanın ortaya çıkardığı bir sonuçtu. İşçi sınıfının neredeyse tüm fraksiyonları 2013’e kadar bu hegemonyanın içine sıkıştılar. Değerli Türk lirası ve emekçi ailelerini de bankaların müşterisi haline getiren finansallaşma artan refaha dair bir serap yaratmayı başardı. Bu serabın yarattığı sersemlikten yararlanan AKP, işçi sınıfının Türk-İş tabanı olarak niteleyebileceğimiz proleter tabanını özelleştirmeler eliyle tasfiye etmeyi başardı. Bu tasfiyenin tetiklediği en büyük öfke Tekel Direnişi olarak 2009’da patladı. 1989’da başlayan Bahar Eylemleriyle 12 Eylül’ün müflis çocuğu Özal’ı iktidardan eden, büyük Zonguldak yürüyüşüyle Mengen’e kadar kol kola girmiş yüzbinler halinde ilerleyen işçi sınıfımız büyük oranda bu tasfiye sonucunda tırpanlandı. Proletarya bu haliyle en güvenceli, en zor harekete geçen ancak harekete geçtiğinde de ses getirici eylemler ortaya koyabilen bileşenlerini 2002-2013 evrensinde kaybetti.

1990’ların sermayeye korku salan varoşlar prekaryası ise belediyeler, tarikatlar ve patronaj ağlarının ortak kurumsallaşmasıyla AKP hegemonyasına eklemlendi. Sadece sınıfsal değil ama etnik ve mezhepsel dışlanmalar sonucunda AKP hegemonyasına dahil olamayan prekarya öbeklerinin yığıldığı mahalleler ise devrimci hareketin ana gövdesini oluşturan siyasi yapıların özellikle cezaevleri operasyonlarıyla tasfiyesi sonrasında büyük bir dağınıklık yaşamaya başladı. Devrimcilerin boşalttığı alanlar mafyatik uyuşturucu çeteleri tarafından ikame edildi. Siyasal İslamcılığın etkisi altındaki kesimler ise ya tarikat ağları eliyle iktidar olanaklarına doğru yöneldiler ya da cihatçılığa doğru yönelerek Arap baharı sonrasının konjonktüründe küresel coğrafyaya savruldular.

2013, ucuz dış kaynak akışında sıkıntıların baş göstermeye başlaması ve Gezi Direnişi’nin patlamasıyla alt-orta sınıfların AKP hegemonyasından kopuşuyla imlenebilir. 2018’de başlayan toplumsal buhran konjonktürüyse prekarya ve proletaryanın örgütlü bir görünüm kazanamasa da AKP hegemonyasından kopuşunun mutlak olmayan ama anlamlı işaretlerini ortaya koyuyor. Sosyalistlerin bu kopuşu derinleştirmek ve örgütlemek gibi çok önemli bir görevleri varken ideolojik cıvataları oldukça gevşemiş bir biçimde seçim siyasetine boylu boyunca girmeleri sosyalist seçeneği ayağa kaldırmak için yeterli olabilir mi?

1990’larda dünya sosyalizmi çözülmesine rağmen Türkiye’de devrimciler ters yönde bir akıntı oluşturmayı başarmıştı. Bu mucizevi gelişmenin en temel sebebi 12 Eylül’ün dikensiz gül bahçesi devrettiği Özal iktidarının foyasının 5-6 yılda meydana çıkarılmasında işçi sınıfının, devrimci gençliğin ve Kürt isyanının oynadığı belirleyici roldü. Prekaryanın varoşlarda kıpır kıpır bir varlık sergilemesi, Gazi İsyanı ve 1996 1 Mayıs’ıyla doruğa çıkan politizasyon seviyesiydi. KESK’in 1990’lar boyunca yarattığı militan canlılık, yüzbinleri bir araya getiren Ankara’daki dev işçi buluşmaları dünyadaki moral bozukluğunun esamesinin buralarda okunmamasını mümkün kılıyordu. Kürt halkının sergilediği kora kor mücadeleler, serhildanlar da bu tabloyu besliyordu.

Aynı nehirde iki defa yıkanılmıyor muhakkak, 1990’lar nostaljisi üretmek değil amacımız. Ancak sınıfın hegemonyadan kopuşunu hızlandıracak, derinleştirecek ve bu sayede hem sosyalistlere hem de sınıfa politik özne hüviyeti kazandıracak ortak arayışların geliştirilmesi noktasındaki ilgisizlik ile sandık konusunda duyulan olağanüstü heyecanın tezatlığı arasındaki orantısızlık sosyalistlerin krizinin hem tezahürü hem de derinleşmesinin garantisi gibi görünüyor.

Bu değerlendirmeler TKP-TKH-Sol Parti birlikteliğinin Kürt hareketinden mesafeli durma konformizmiyle ürettikleri paravan gerekçelerle biçimde benzerlik taşıyor olsa da öz olarak 180 derece zıttır. Bizim hareket noktamız bugün yaklaştığımız tarihsel kırılma noktasında Kürt siyasi hareketinin varlığını, temelsiz sınıfçılık ve çoğu zaman saçmalık seviyesine varan anti-emperyalistlik lafazanlıklarıyla tartışmaya açmak değil tam tersine Kürt halkının yarattığı devrimci dinamiğe dost bir işçi sınıfı hareketinin inşasının devrimci demokrasi seçeneğine hayat vermek için tek yol olduğunu düşünmemizdir.

Bu inşayı gerçek bir olanak haline getirmek için yoğunlaşmaya devam edeceğiz. Emek ve Özgürlük İttifakı da bu seçeneği zorladığı ölçüde tüm aktörlerin oyun planlarını değiştirecek politik sonuçlar yaratabilecektir.