Direniş bayrağı doktorların elinde

Erdoğan’ın hakkını talep eden doktorlara kapıyı gösteren tutumunu faşist bloğun ülkeyi yaşanmaz hale getirme ısrarının bir teyiti olarak da okuyabiliriz. Ancak greve çıkan doktorların kararlı direnişi, emekçilerin faşizme teslim olmaya niyeti olmadığının ve yaşanacak bir ülke yaratma talebinin güçlülüğünün ispatıdır

TTB’nin 14-15 Mart’ı kapsayan iki günlük grev kararı, toplumsal buhran koşullarında işçi sınıfıyla orta sınıfların iç içe geçen gündeminin somut bir yansıması olarak değerlendirilebilir.

Doktor olmak, 2000’li yıllarla birlikte eğitim yoluyla sınıf atlamanın en öne çıkan yöntemi haline geldi. 1990’lı yıllarda mühendislik, işçi sınıfı saflarına katılmaksızın yönetici sınıfın ücretli bir üyesi olmanın daha öncelikli bir yolu olarak görülüyordu. 2000’li yıllarda mühendislikten doktorluğa doğru gerçekleşen bu tercih değişimini üniversite sınavında en yüksek puanlı öğrencilerin seçtikleri bölümleri izleyerek takip edebiliriz. Şu anda Türkiye’de herhangi bir üniversitede, herhangi bir ilde tıp okumak isteyen bir öğrencinin 4 milyon kişinin katıldığı bir sınavda ilk 20 bin kişi içinde kendisine yer bulabilmesi gerekiyor. Oysa belli üniversiteler dışında mühendislik bölümleri çok daha geniş bir aralıktaki -neredeyse 300 bine kadar- öğrencilere kayıt olanağı sağlıyor. Doktorların bir dönem hem kamusal istihdamın güvencesinden yararlanabildikleri hem de bunun yanında sağlık hizmetlerinin metalaşmasından kaynaklanan alanda geniş ek gelir olanaklarına sahip olmalar, meslekleri sayesinde elde ettikleri statülerini, çok daha hızla vasıfsızlaşan ve statü kaybına uğrayan mühendislik karşısında cazip hale getiriyordu.

Sağlığın ekonomi-politiğinin gelişimine çok hâkim değilim ancak son yıllarda yaşanan gelişmeler sonrasında özellikle tarikat sermayesinin yoğun olarak girdiği özel sağlık alanında bir tür tekelleşme yaşanırken, dolayısıyla sektörde ortaya çıkan karın daha büyük kesimine hastane zincirleri tarafından el konulurken doktorların ve sağlık emekçilerinin genel olarak gelirlerinde göreli bir erime ile karşı karşıya kaldıkları görülüyor. Bu durum TTB’nin hazırladığı “Hekimler için 10 Acil Talep” listesine de damgasını vurmuş: “Kamu hastanelerinde göreve yeni başlayan pratisyen ve asistan hekimler için temel ücret yoksulluk sınırının en az iki katı, uzman hekimler için yoksulluk sınırının en az iki buçuk katı olmalı” başta olmak üzere doktorların ücret düzeylerinin yükseltilmesi için geliştirilen talepler öne çıkıyor. Toplumsal buhran, orta sınıfın en önemli ve belki de en güvenceli olması gereken kesimlerini de anaforuna almış görünüyor.

Pandemi sürecinde doktorların sırtına yüklenen orantısız riskler birçok sağlık çalışanının hayatını kaybetmesine yol açtı. Buna rağmen COVID-19’un “illiyet bağı” aranmaksızın meslek hastalığı sayılması hala gerçekleşmemiş ve doktorların önemli talepleri arasında bulunuyor. Yine hasta başına ayrılan sürelerin 5 dakikayla sınırlanmış olması hem doktorlara aşırı bir çalışma yükü bindiriyor hem de hastalarla doktorlar arasındaki gerilimli ilişkiyi daha da sorunlu bir hale getiriyor. Doktorları, Taylorist bir bant sistemindeki işçiye dönüştüren bu yaklaşım kamusal iyiyi merkeze alan bir sağlık hizmeti üretimi ilkeleriyle taban tabana zıt bir özelliğe sahip.

AKP iktidarıyla birlikte doktorlar başta olmak üzere kamu çalışanlarına dönük saldırıların artmasının ideolojik ve politik arka planıyla ilgili de düşünmek gerekiyor. Siyasal İslam’ın “halka yukarıdan bakan ve değerlerini hakir gören Batıcı bürokrasi”ye öfke temellinde şekillenen “muhalifliği”nin doktorları bu kadar kolay düşmanlaştırmasının önemli ideolojik kökenleri var. Aynı zamanda Siyasal İslam’ın prekaryaya ve proletaryaya bir “yükselme” illüzyonu sunabilmesi için orta sınıfların ulaşılmazlığının ve dokunulmazlığının aşılması çok önemli bir rol oynuyor. Prekaryanın öfkesini kendi politik projesine katık yapmak isteyen popülist odaklar, devşirdikleri politik desteğin karşılığını orta sınıflarla prekarya arasındaki sınırların aşılmazlığını ortadan kaldırarak, “orta sınıfları” dokunulabilir kılarak vermeye çalışıyorlar. Orta sınıflarla prekarya arasında yaşanan bu karşıtlık ve gerilim, sağ popülizmin ve neo-faşizmin çeşitli türevlerinin kendilerine politik destek devşirebildikleri bir bataklık üretiyor. Ancak bu durumu sınıfın parçalanmasının bir tezahürü olarak okuyan, toplumun çeşitli emekçi kesimlerinin güncel beklentilerini güvence toplumun inşası programıyla karşılayan ve yeni bir kamusallık perspektifiyle emekçi sınıfların en geniş bloğunu kurabilen bir politik aktör açısından da büyük olanaklar yaratıyor. Kapitalizmin profesyonel orta sınıfların, “yeni plütokrasiye” katılamayan unsurlarını prekarya seviyesindeki yaşam koşullarına doğru itmesi (Milanoviç’in Fil eğrisini hatırlayalım), kafa ve kol emeğinin bütünleşmesi; maddi olan emekle maddi olmayan emeğin yeni bir ittifak zeminini oluşturması açısından da aslında kendi mezar kazıcılarının hem sayısını hem de niteliğini artırması olarak görülebilir. İşlerin bu yöne akabilmesiyse doğru söylem ve stratejiyle yaklaşacak bir politik öznenin güçlü varlığını gerektiriyor. Şili’de yaşanan gelişmeler uzaktan böylesi bir ittifakın işaretlerini veriyor ama mutlaka daha yakından ve bu gözle de incelemek lazım.

Erdoğan’ın hakkını talep eden doktorlara kapıyı gösteren tutumunu faşist bloğun ülkeyi yaşanmaz hale getirme ısrarının bir teyiti olarak da okuyabiliriz. Ancak greve çıkan doktorların kararlı direnişi, emekçilerin faşizme teslim olmaya niyeti olmadığının ve yaşanacak bir ülke yaratma talebinin güçlülüğünün ispatıdır.

Direniş bayrağı doktorlara çok yakışıyor.