Kriz değil buhran! Pahalılık değil yıkım!

Emekçilerin daha büyük bir hızla soyuldukları tarihsel bir dönemi tasavvur etmek kolay değil.
Peki o zaman özellikle zamlara karşı eylemler neden istenen hızda yaygınlaşmıyor?

Son açıklanan Şubat ayı enflasyonuyla birlikte %50 eşiği de aşılmış oldu. Tüketici fiyatları endeksinde ise üç haneli rakamlara ulaşıldı. %60’ın üzerindeki gıda enflasyonuyla, Türkiye dünya listelerinde üçüncü sıraya yerleşti. Ukrayna’da yaşanan savaşın uzun sürmesi özellikle buğday fiyatlarındaki baskıyı artıracak. JP Morgan, Mayıs ayı enflasyonunu %60’ın üzerinde tahmin ediyor.

Son altı ayda benzine %131, motorine ise %159 zam yapıldı. Mazot fiyatlarına yapılan bu zamlar tohum ve gübre fiyatlarındaki döviz kuru kaynaklı artışlarla birlikte birçok çiftçiyi ekim yapamaz hale getirdi. Bunun maliyeti ise boşalan toprakların büyümesinin yanı sıra yaz aylarında gıda enflasyonunda beklenen enflasyon düşüşünün yaşanmaması şeklinde gerçekleşebilir.

Kasım ayında gerçekleşen %50.5 seviyesindeki ve kimi aklı evveller tarafından “erken seçimin habercisi” olarak ilan edilen asgari ücret zammı sonrasında asgari ücret, Şubat ayı itibariyle bir önceki yıla göre %2.5 gerilemiş durumda. Enflasyonu %120’lerde hesaplayan ENAG’a göre ise yıllık reel gerileme şimdiden %33’e ulaştı.

Yine geçtiğimiz hafta açıklanan %11 büyüme rakamlarıysa olağan zamanların aksine pek de ilgi uyandırmadı. “Gözlerime bak” Nebati, büyüme oranının AB, OECD ve G20 rekoru olduğunu ifade etse de “biz bu kadar yoksullaşırken kimler nasıl büyüdü?” sorusu daha fazla gündeme geldi. Oysa bu rakamlar son 10 yılın en yüksek büyüme değerleri. %11 büyümenin %9 oranında iç tüketim ve %4.9 oranında ihracattan kaynaklanmış olması da altı çizilmesi gereken önemli bir olgu. İç tüketimdeki artışı, kredi genişlemesi ya da reel gelir artışından ziyade pandemi döneminde ertelenen kimi harcamaların realize edilmesiyle açıklamak çok daha akla yakın. Benzer biçimde kur şoklarının fiyatlarda artışa yol açacağı beklentisi ve düşük reel faiz oranlarının tasarruf sahiplerini yatırım amaçlı satın almalara itmesi de talep artışını açıklayabilir. Önümüzdeki yıl yüksek enflasyon iç tüketim artışını büyük oranda frenleyecek, savaşın yarattığı belirsizlikler ise ihracatta duraklamaya yol açacak. Dolayısıyla 2023’e güçlü büyüme ile girmek, Erdoğan için hayal olarak kalacak gibi görünüyor. Şubat ayında dış açığın rekor kırması da Saray’ın ekonomi senaryosu açısından alarm zillerini çaldıran bir başka kritik gelişme. Turistlerin %30’unun menşei ülkelerdeki savaşın ne kadar süreceği artık daha da fazla önem kazandı.

Cari açık denetim altına alınamaz ve kur üzerindeki baskı yönetilemezse 2023’e kadar çok güvenilen kamu maliyesi açısından da sıkıntıların büyümesine yol açabilir. Kur Korumalı Mevduat adı verilen pimi çekilmiş bomba, kurdaki her kıpırdanmada Hazine’nin bir kısmını daha silip süpüren bir canavara dönüşmekte.

Türkiye’de yaşanan proleterleşme özellikle kırların çok hızlı boşalmasından, tekellerin küçük burjuvaziyi özellikle perakende sektöründe mülksüzleştirmesinden ve de tarımın giderek küçülen payından takip edilebilir. Örneğin 2016-2021 yılları arasında tarımın milli gelir içindeki payının neredeyse %10 oranında küçülerek %6.1’den %5.6’ya gerilemesi bu gözlemi destekliyor (6,1 -5,6=10 ?? Bu hesap kimi AKP’li ‘kanaat önderlerine” biraz ağır gelebilir). Ancak proleterleşme artarken, ücretliler sınıfının nüfus içindeki payı çoğalırken ücret gelirlerinin aynı dönemde %43.3’ten %36.5’e gerilemesi nasıl açıklanabilir? Bu durumun izahı için reel ücretlerin gerilemesi ve asgari ücretlilerin tüm ücretliler içerisindeki payının artmış olmasından başka bir gerekçe önerebilmek mümkün değil. Buradan yaşanan toplumsal buhranın kökenlerine yaklaşıyoruz. Ekonomi %11 büyüyor ancak emekçilerin milli gelirden aldığı pay giderek azalıyor. 2020-2021 arasında ücret gelirleri kümülatif olarak %10 azalmış. Sosyal gelir olanakları azalıyor, işçi sınıfının tarımsal bağlantıları neredeyse sıfırlanmış durumda ve ücretler havuzu da daha da hızlı bir biçimde daralıyor. Emekçilerin daha büyük bir hızla soyuldukları tarihsel bir dönemi tasavvur etmek kolay değil.

Peki o zaman özellikle zamlara karşı eylemler neden istenen hızda yaygınlaşmıyor?

Bu eylemleri örgütleyebilme iddia ve iradesine sahip kesimlerin toplumsal bağlarının zayıflamış olması en önemli etkenlerden birisi. 2015 sonrası yükselen faşizm, pandeminin yarattığı izolasyonun da desteğiyle bu bağları kısmen zayıflattı. Ayrıca sandığın beklenti yaratma kapasitesi hala sokaktan kazanma inancının üstünde. Egemen sınıfların tüm fraksiyonları emekçileri tribünlerde, izleyici konumda tutmak için iş birliği halinde. 1960-80 döneminde sınıf fraksiyonlarının gerilimlerinin devrimci seçeneği güçlendirmesi deneyimi finans kapitalin ortak hafızasına yazılmış durumda.

Bu gerçekliğin aşılmasının en önemli koşulu ısrarcılık. Tikel eylemlere yüklenen kimi büyük beklentilerin sonrasında hayal kırıklıklarına ve hareketi ivmelendirecek yeni maymuncuk arayışlarına yol açıyor. Oysa güçlü bir dönem değerlendirmesi sonrasında kısa vadeli sonuçlara fazla takılmadan ısrarlı çalışmanın ve gerilim biriken noktaların kırılmasına dönük sabırlı-sürekli arayışların kıymeti çok büyük. Momentumu birlikte büyütmeye yönelik çabaların da özenle ve sakınımla korunması, geliştirilmesi önemli.

Malum restorasyonun titrek masasının “güçlendirilmiş parlamenter” şeysinde işçiye ve Kürt’e bir kelimeyle bile yer verilmemesi, gözlerin halka değil de küresel ve ulusal egemenlere dikilmiş olması olgusu ortada. Hayıflanılacak bir durum yok tabii ki. Korkut Boratav, son yazısını önemli bir vurguyla bitirirken aslında restorasyonun boş gösterenliğine referansla bizlere bir çağrıda bulunuyor: “Saray, son yıllarda halk sınıflarını çok ağır bir toplumsal bunalım içine sürüklemiştir. Türkiye radikal bir onarım hamlesine geçmedikçe bu bunalım kalıcıdır”.

Sermayenin devletçi düzeninin restorasyonu değil, radikal bir onarım hamlesinin toplumcu sıçramasına yol vermek için kolları sıvayalım, güçlerimizi birleştirelim, yaşanacak bir ülkeyi hep birlikte kuralım!