Kibirli Menşevizm karşısında yukarıdan aşağıya sınıf politikası
Sosyalistler de bu büyük hesaplaşma dönemine nasıl bir yığınakla girilebileceği üzerinde tartışma ve eylemlerini derinleştiriyorlar. Geçtiğimiz hafta öncülük konusundaki alerjinin nüksedişinin örnekleri genel tartışma izleğini oluşturmuştu. Bu hafta ise daha ilginç değerlendirmelerle karşılaştık. Bunlardan ikisinde de sosyalistlerin sürece birlikte ve işçi sınıfının güçlerini seferber ederek yeni bir hamle eşliğinde müdahalesinin imkânsız ve nafile olduğu iddiasıyla karşılaşmak oldukça şaşırtıcıydı.

Büyük hesaplaşmaya doğru akışın hızlanması, taşların ve bir önceki dönemin dengelerinin yerinden oynamasıyla daha da hissedilir hale geliyor. Olağanüstülüğün olağanlık haline gelmesine müsaade etmeyen ardışık sıra dışı gelişmeler, arayışları ve tartışmaları da giderek derinleştiriyor. Bu durumun yansımalarını sosyalistler arasında da izleyebiliyoruz.
Yaşanan sıra dışı gelişmelerden en çarpıcı olanlardan bir tanesi hiç kuşku yok ki CHP’nin tezkereye hayır oyu vermesidir. Şimdiye kadarki tezkere oylamalarının tamamında aksi yönde oy kullanan ve faşizmin alt-emperyalist hayallerinin egemen sınıfın tüm fraksiyonlarını birleştiren bir program olduğunu gösteren bir biçimde tutum alan CHP, bu sefer neden farklı bir tercihte bulundu? Bunun tek bir sebebi olduğunu düşünmek gerçekçi değil. Geçtiğimiz haftaki çıkışı için TÜSİAD neden bu kadar beklediyse CHP de şimdi ondan karar değiştirdi.
İktidarın güç kaybının yaşam içerisinde elle tutulur bir hale gelmesi, Erdoğan’ın karizmasının erimesinin herkesin gözünün önünde yaşanması iktidar bloğu dışındaki burjuva muhalefetin manevra alanını genişletiyor. CHP’nin HDP’nin Tutum Belgesi’nin yarattığı rahatlamayla böylesi bir kararı alma olanağı artmıştı, böylece “Bayram değil seyran değil HDP neden Millet İttifakı’na bu kadar açık bir çek verdi?” sorusunun cevabı da daha anlaşılır bir biçimde verilebilir hale geldi. Cemil Bayık’ın geçtiğimiz günlerde Rojava için en sağlıklı çözümün Suriye devletiyle görüşmeler aracılığıyla bulunabileceği yönünde verdiği demeç de bölgesel ölçekte güçlü bir rezonansın oluşma potansiyelini gösterdi.
CHP yönetiminin bir gece önceki “İYİP ile uyumlu davranacağız” pozisyonundan Akşener’in cumhurbaşkanlığı adaylığı için iki belediye başkanını öne çıkaran demeci sonrasında sabah başka bir ruh haline bürünmesiyse İYİP-CHP arasındaki tansiyona da işaret etti. Görüldüğü gibi sadece iktidar bloğu değil muhalefet bloğu da çok daha güçlenmesi olası gerilim ve fay hatlarıyla yüklü. Son kertede hangi gerekçe ağır basarsa bassın CHP önemli bir hamle yapmıştır ve bunun çok yönlü sonuçlarını önümüzdeki günlerde göreceğiz.
Sosyalistler de bu büyük hesaplaşma dönemine nasıl bir yığınakla girilebileceği üzerinde tartışma ve eylemlerini derinleştiriyorlar. İşçi sınıfının ve orta sınıfların neredeyse her katmanını yıkıcı bir biçimde etkileyen, giderek bir “sosyal buhran kışı” olarak anılmayı hak edecek bir sürecin içinden geçerken işçi sınıfı sosyetesi olarak konumlandırabileceğimiz sendika, konfederasyon ve birliklerin üç maymunu oynadığı bir dönemde direnişçi işçilerin ortak iradesini esas alan İşçi-Emekçi Mitingi girişimi, mütevazı bir başlangıç için oldukça önemli ve etkili bir ses getirdi. İşçi sınıfının bağımsız hattının inşası, sınıfın egemen sınıf bloklarından koparılarak kendi programının arkasında sınıf mücadelesini yükseltmesi yönündeki girişimi, potansiyel gücü tam olarak sahaya yansıtılamasa da hissettirilebildi. Egemen sınıf blokları karşısında sınıfın kendi programını ve güzergahını daha da görünür kılmak ve bu eksende derlenip toplanmak ihtiyacı giderek çok daha farklı aktörler tarafından dillendirilir oldu. Türkiye siyasi tarihinin belki de en önemli krizinin son perdesi başlarken işçi sınıfının, sosyalistlerin de etkin katkısıyla restorasyonu çok daha aşan bir siyasi ve ekonomik dönüşüm programıyla ortaya çıkmasını önermek Lapalis’in doğrusu değil midir?
Değilmiş.
En azından sosyalist solun bir kanadı böyle görüyor. Geçtiğimiz hafta öncülük konusundaki alerjinin nüksedişinin örnekleri genel tartışma izleğini oluşturmuştu. Bu hafta ise daha ilginç değerlendirmelerle karşılaştık. Bunlardan ikisinde de sosyalistlerin sürece birlikte ve işçi sınıfının güçlerini seferber ederek yeni bir hamle eşliğinde müdahalesinin imkânsız ve nafile olduğu iddiasıyla karşılaşmak oldukça şaşırtıcıydı.
Metin Kayaoğlu, oldukça kestirmeden giderek sosyalistlerin politik varlığını tartışmaya açan bir yorumla içinden geçilen dönemin devrimci bir çıkışa kapalı olduğunu iddia etti. “Örneğin, başta devlet olmak üzere dışımızdaki bütün kesimleri somut olarak etkileyebilecek bir gücümüz varsa, düzen-içi politikaya yönelmekte “ilkede” (ama ilkede!) bir sakınca olamaz. Pratik olarak yönelindiğinde ise her hareketin riski olduğu denli bunun da riski olacaktır ve politik öznenin başlangıç ödevi zaten bu risk ortamında varlığını yeniden-üretmektir. Ancak Türkiye sosyalist hareketi (toplamda ve tek tek üyeleri nezdinde) böyle bir etkiye sahip olmaktan uzaktadır. Şu hâlde, bize göre, etkileyecek gücümüz yokken –demokratik siyaset alanını kendi önceliklerimiz doğrultusunda değerlendirmek gibi temel bir faaliyet alanı dışında‒ demokratik siyasete katılmak kategorik olarak geçersizdir. Evet; devrimci olan sosyalistlere açıkça bir tür sekterlik öneriyoruz. Ülkesel politikaya belli bir büyüklüğe ulaşmadan karışmaya çalışan özne düzenin çarkları arasında un ufak olur.” Bu bakış açısı verili durumu değişmez görmek, konjonktürün özgün boyutlarına dikkat çekmemek zaafıyla fazlasıyla malul ayrıca da sosyalistlere krize sırtını dönmek ve neredeyse bir fikir kulübünün faaliyet alanını temel almanın dışına çıkmamayı öneriyor. İşçi sınıfı hareketinin böylesi bir kriz dönemindeki gelişme potansiyelini, sosyalistlerin bu alanda oynayabileceği rolü görmezden geliyor. Güçsüzlüğü ataletin gerekçesi haline getirirken diğer yandan güçlenmek için siyaset yapmanın gerekliliğini de olanaklarını da önemsemiyor. Bu yaklaşımın uzak durulması gereken bir tutuma yola açacağını düşünüyorum.
Diğer yazıda ise Aksu ve Doğan, işçi sınıfını neoliberalizmin sınırlarını aşan bir programı araç olarak yukarıdan aşağı örgütlemenin olanaksızlığını vurguluyor ve “şimdi neoliberalizmi aşan bir sol programdan bahsetmenin zamanı değil” diyorlar. Çünkü bu yoldan gidilerek yukarıdaki yazıda ifade edilen korkulara benzer biçimde “düzenin çarkları arasında un ufak” olmak dışında bir alternatif yoktur. “Bu mücadele programı (eski deyimle halka doğru gitme programı ) olmadan önereceğimiz ekonomik ve siyasi program niyetimiz ne olursa olsun Millet İttifakı’na akıl verme nafile çabasının beyhudeliğinde nefes tüketmek olur”. Yukarıdan aşağı örgütlenecek, düzenin sınırlarını aşan bir program eşliğinde yürüyecek bir ortak mücadelenin işçi havzalarına, fabrikalara, varoşlara taşınmasının önündeki engel nerededir? Birbirinin alternatifi olarak görülen çalışmalar neden karşı karşıya konmaktadır, sınıfa böylesi bir program eşliğinde gitmek imkânsız mıdır? Sendikal bir çalışma türü böylesi bir hızla politikleşen dönemin tek alternatifi olmak zorunda mıdır? Düzenin çerçevesini aşan bir sol program, sendikal çalışmaların aşmakta zorlandığı sınıfın politikleştirilmesi noktasında önemli bir araç değil midir?
Ne kadar şık gerekçelerle ortaya konursa konsun sınıf siyasetine “ülke siyasetine burnumuzu sokmayalım” önerisinde bulunmak kendi rutin ve alışkanlıklarını bozmak istemeyen, bunu da burnundan kıl aldırtmadan yapmakta ısrarcı olan kibirli bir Menşevizm olarak nitelenebilir. Bu tür yazılarda sosyalistlerin, sosyalistliğin de giderek daha yoğun biçimde çarmıha gerildiğine tanık olmak da dikkat çekicidir. Kendi kimliğinden neredeyse utanır bir hale gelme sosyalistlerin maneviyatını giderek daha fazla örseliyor.
Yine Aksu ve Doğan’ın yazısında egemen sınıf içindeki çatışmalara burun kıvıran ve bunun gerçekliğini sorgulayan bir boyut da var. “Bir tarafında TÜSİAD diğer tarafında MÜSİAD’ın olduğu, MÜSİAD’ın Cumhur İttifakı hükümetince temsil edildiği bir çatışma anlatısı toplumsal olgunun hakikatle bağının neredeyse kopacak kadar teorize edilmesi gibi duruyor”. Ülkenin son 30 senesine damgasını vuran bir gerilimin varlığının tartışma konusu yapılması bir post-truth tezahürü gibi görünüyor. Sınıf içi çatışmanın, sınıfın ortak çıkarları söz konusu olduğunda askıya alınabildiği, politik krizin ise siyasi iktidarın bir fraksiyonun çıkarlarını genel çıkarlarmış gibi gösterme yeteneğini yitirdiği dönemde ortaya çıktığını hatırlatmaya gerek var mı? Faşizm olgusunun her zaman sınıflar arası çatışmalarla olduğu kadar egemen sınıf içindeki çatışmaların çözülme zorluklarıyla alakalı olduğunu unutmamakta büyük faydalar var. “Faşistleşme süreci ve faşizmin ortaya çıkışı egemen sınıflar ve bunların fraksiyonları arasındaki iç çelişkilerin derinleşme ve keskinleşme durumuna tekabül eder… Faşizm konjonktürünü belirleyen şey, bir sınıf veya fraksiyonun kendi hegemonyasını empoze edemeyişi, daha doğrusu iktidardaki ittifaktan keskinleşen kendi öz çelişkilerini ‘kendi kendine’ aşamayışıdır.” (Poulantzas, Faşizm ve Diktatörlük, s.88)
Biz açıkçası bu dönemi olanaklarla dolu ve rutin bozucu olarak gördüğümüz için özellikle de Kıvılcımlı’nın politika yapma biçiminden aldığımız feyzle çeşitli ortak taktiksel yüklenmelerin hem sürecin niteliğini sıçratabileceğini hem de sosyalistler açısından kendi krizlerini de aşmalarını mümkün kılabileceğini hem de ideolojik, politik ve örgütsel yenilenmeyi sağlayabilecek fırsatlara gebe olduğunu düşünüyoruz. O yüzden tartışmaların konumları netleştirmesi, zihinleri berraklaştırması, eylemi keskinleştirmesi arzulanan temel sonuç olacaktır.