Arkadaşa Notlar | Narsisizm, Bencillik ve Devrimci Kimlik
Narsisizm artık yalnızca psikolojinin bir başlığı değil; toplumsal yapıda geniş bir yer kaplayan sosyolojik bir olgu. Dolayısıyla devrimci politikanın da ilgi alanına girmek zorunda.
Narsisizm, ilk olarak psikolojinin ve psikanalizin ilgi alanına giren epeyce eski bir kavram. 1900’lü yılların başlarında Sigmund Freud’un çalışmaları, konuyu çok daha görünür ve tartışılır hale getiriyor. Kavram, belli bir seviyesine kadar yaygın olarak görülen “benmerkezci” kişilik özelliğini anlatıyor; bu seviyenin ötesine geçildiğinde “narsisistik kişilik bozukluğu” olarak adlandırılan psikiyatrik bir hastalık alanına girilmiş oluyor.
Hastalık, kabaca “kendini aşırı yüceltme ve üstün görme; yaşamın merkezine kendini koyma; kurulan bütün ilişkilerde kendine hayranlık duyulmasını bekleme” biçiminde seyrediyor. “Kendini beğenme ve büyüklenme” halleri için, bu kavram gündelik dilde de kullanılıyor.
Narsisizm kavramı, adını Yunan mitolojisindeki Narkissos’tan alır. Narkissos bir avcıdır. Susuzluktan bitkin düştüğü bir gün su içmek için eğildiği nehirde bedeninin yansımasını görür ve güzelliği başını döndürür; kendine derin bir aşk duyar. Hikâyenin geri kalanında, Narkissos’un hayatını kendi kendine duyduğu bu aşkı belirler…
* * *
Günümüz dünyasında, mesele bir başka boyut kazanmış durumda. Narsisizm artık yalnızca psikolojinin bir başlığı değil; toplumsal yapıda geniş bir yer kaplayan sosyolojik bir olgu. Dolayısıyla devrimci politikanın da ilgi alanına girmek zorunda. Narsisistik kişilik özelliğine sahip bireylerin bu kadar yaygın olduğu günümüzde devrimci kadro nasıl yaratılacak? Özellikle kadro politikasının geliştirilmesinde bu konuya kafa yormak gerekiyor.
Neoliberal dönemin mimarlarından İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher’ın 1981 yılında sarf ettiği şu cümle önemli: “Ekonomi araçtır; amaç, ruhu değiştirmektir.” Neoliberalizmin derdini anlamak açısından Thatcher’ın şu sözü de oldukça anlamlı: “Toplum diye bir şey yoktur aslında. Erkek ve kadın bireyler ve aileler vardır.”
Gerçekten de neoliberalizm, yalnızca bir sermaye birikim modeli olmaktan öteye, “ruhu değiştiren” bir ideolojik hegemonyayı ve toplumsal yapıda total bir dönüşümü anlatır. “Birey” kutsanır; “bireycilik” yükselen değer haline getirilir. Başta işçi sınıfının örgütleri olmak üzere, kolektif olan her şey saldırı altına alınır. Geriye, yaşama tutunmak için birbirleriyle kıyasıya yarışan bireyler kalır…
Diğer yandan kapitalizmin gelişiminin açığa çıkarttığı kentleşme/metropolleşme olgusu da toplumu bireylere atomize edici, kamusallığı aşındırıcı yönde işler. Metropolün devasa/karmakarışık/kaotik dünyasında birey yapayalnızdır; kolektif kimlikler ve dayanışma ilişkileri çözülür. Ortalığı, dayanışma ilişkilerinden yoksun “soyut ve uçucu” kimlikler kaplar. Batı’ya göre kentleşme sürecine daha geç giren Türkiye açısından bu tablo görece yeni bir durumdur.
Emeğin sömürüsünün hedef tahtasındaki işçi sınıfı, kapitalist sistemdeki potansiyel “somut ve dayanıklı” kolektif kimlik ve sosyalist hareketin başat mücadele dinamiği. Kapitalizmin tarihinde 1800’lü yıllardan başlayarak yaklaşık 150 yıllık bir döneme damgasını vuran işçi sınıfı hareketi, yakın tarihimizde neredeyse görünmez hale gelmiş durumda.
Neoliberal dönemde kapitalizmin geliştirdiği üretim biçimleri, işçi sınıfını farklı eksenlerde parçaladı. Bu parçalı yapı, sınıfın kolektif kimlik oluşumunu ve bütünsel hareket etmek yeteneğini zorluyor; var olan büyük potansiyel, kapitalist sistemi sarsacak düzeyde açığa çıkamıyor. Günümüz dünyasının “toplumun bireylere dağılma” halini tersine çevirmeye, bu parçalı yapısıyla henüz işçi sınıfının gücü yetmiyor.
Narsisizm kültürü, kamusal hayatın çöktüğü, bireyselliğin patlama yaptığı böylesi bir iklimde yayılma şansı buldu. Kolektif kimlikler ve kolektif davranış yeteneği ortadan kalktıkça bu paçavra kültür, toplumun tüm sınıfsal katmanlarından bireyleri farklı tonlarda da olsa kapsama alanına alıyor.
* * *
Narsisist kişilik, kendini evrenin merkezine koyar; kurduğu tüm cümleler “ben” kişi zamiriyle başlar. Adeta gezegende kendi dışında bir başka canlı yaşamıyordur; ya da tüm canlılar onu var etmek için vardır. Narsisizm, bencilliğin nirvana noktasıdır.
Benmerkezcilik, farklı sınıfsal pozisyonlara göre farklı yaşanır. Yoksulun narsisizmi, derin bir özgüvensizliğe dayanır; son derece kırılgandır. Kendini izleyişi, hep bir zayıflık, eksiklik hissiyledir. Orta sınıfınki, her şeyin en iyisi olduğu duygusu üzerinden açığa çıkar. Ailesi tarafından güçlendirilmiş, pohpohlanmış orta sınıftan genç, sürekli şahane bir varlık olduğunu düşünür; öyle düşünülmesini ister. Dönüşüme karşı çok daha dirençli olan orta sınıf narsisizmi çekilmez bir durumdur. Bu farklılığa rağmen her ikisinin de ortak noktaları, “ben”in yaşamın merkezinde olması ve yalnızlaşmış bireyin zayıflığıdır…
Narsisist kişilik, tüm çevresiyle, yaşamın tamamıyla yüzeysel ilişki kurar. Kurduğu sosyal bağları, kendini yüceltmek, onaylatmak üzere araçsallaştırır. O, en yükseklerde olmalıdır; dolayısıyla diğerleri onun rakibidir. Bu rekabet duygusu, dayanışmadan, sevgiden uzaktır; sevgisinden de dayanışmasından da vıcık vıcık sahtelik akar. Zira kendinden başka bir şeyi gözü görmez; aslında narsisist birey, o zayıflık ve eksiklik hissiyle kendini de sevmez…
Narsisist birey tribünlere yaşar; çevresindeki herkes seyircidir; seyirci onun her şeyidir. Seyircisinin dikkatini çekmek üzere duygularını hep abartır. Ne olursa olsun, merkezde o olmalıdır; sürekli rol çalar. İlişkilerinde sergilediği duygusal manipülasyon, ustalık alanlarındandır. Çevresini, “Pekervari” şeytani akıl oyunlarıyla kendine alkış tutacak kıvama getirmeye çalışır.
Narsisist birey asla kendiyle yüzleşmez. Olur da kendiyle yüzleşeceği, masaya yatırılacağı bir durum ona doğru yaklaşırsa ne yapar ne eder buradan sıyrılır; gerekirse bir provokasyonla o kendi yatacağı masaya bir başkasını, yani rakiplerinden birini yatırır…
Bireyselliğinin kabuğu içerisine hapsolmuştur. Bu içinden çıkamadığı yalnızlık, onu depresif bir ruh haline sürükler. Çevresindekilere “yarıştığı rakibi” ya da “kendini onaylayacak seyircisi” gözüyle baktığından, hırs ve öfke duygularını sürekli içerisinde taşır. Onaylanmadığında, eleştirildiğinde ya da rakibi tarafından geride bırakıldığında, yıkıcı öfkesi birden açığa çıkıverir. Hırs ve öfkeyi yüksek dozda taşıyan narsisist kişilikler, rakiplerine karşı sistematik kötülük düşünür; onların başarısızlığından büyük haz duyar; entrikaları, dizilerdeki kötü karakterleri aratmaz…
Çok üzüldüm… Çok sevindim… Kırıldım… Yıprandım… Coşkulandım… Çoğunlukla uçlarda yaşanan duygulara dair ifadeleri her zaman birinci tekil şahıstır. Kolektivizmin kıyısından geçmemiş narsisist kişiliklerin duyguları bireyseldir. İnişli çıkışlı modunun durumuna göre cümbüş evinde matemi, yas evinde cümbüşü yaşayabilir. Alem yansa, mühim olan onun duygularıdır…
Dijital dünya, yalnız bireyin -sanal da olsa- sosyalleşebileceği en büyük sığınağıdır. Sosyal medyadaki paylaşımlarına gelen yanıtlar, yaşamındaki sessizliği kıran, kendine bu evrende var olduğunu hissettiren etkileşimlerdir. Diğer yandan, bu mecranın narsisizmi köpürten bir yönü de vardır. Narsisist birey, bireyselliğine dair ne varsa sosyal medya vitrininde sergiler. Onay alma, alkışlanma, beğenilme, övülme isteğini abartılı bir biçimde yaşayan narsisist kişilikler, paylaşımlarına gelen “fav” sayısı kadar mutludurlar; her paylaşımlarından sonra takıntı halinde bekledikleri etkileşimler gelmezse çöküş yaşarlar. Bu kültürde kimse kimseyi karşılıksız beğenmez; herkes favlanmak için karşısındakini favlar…
Narsisist kişiliklerin birçoğu, saplantı düzeyinde fiziksel görünüşlerine odaklanır. Sosyal medya uygulamalarının sunduğu zengin filtreleme seçenekleriyle düzenlenen selfie fotoğrafları, beğeni almak üzere sergilenir. Günümüz dünyasında rekabetin, onarılması güç kırıklıkların, depresyonların, öfkelerin, sahteliklerin yaşandığı alanlardan birisi de burasıdır…
Narsisist bireylerin yolları sosyalist örgütlerle kesiştiğinde, taşıdığı bu özelliklerin tümünü örtük ya da açık yapının içerisine taşır. Orta sınıftan gelenler, sosyalist yapının dönüştürücülüğüne son derece kapalıdır; kırılamayan bireyselliğiyle kolektif içerisinde iğreti biçimde var olmaya çalışır.
Sosyalist yapılar, kadro politikalarında bireyi değil bireyselliği/bencilliği sıfırlamaya çalışır. “Kolektifin kadroyu, kadronun kolektifi güçlendirdiği” diyalektik bir ilişki söz konusudur. Devrimci kadronun yaratıcılığının önünün açılması, inisiyatifinin geliştirilmesi hedeflenir. Elbette bütün bunlar, bireyi parlatmak için değil, kolektifi ve kolektifin mücadelesini güçlendirmek içindir.
Orta sınıftan narsisist bireyler, meseleyi tersinden kavrar; ilişkiyi tek taraflı kurar. Kolektifle tüm ilişkilenme, her şeyin üzerinde tuttuğu bireyselliğini okşadığı oranda onun için anlam taşır. Kolektiften kırık dökük öğrendiği dayanışma kavramı da zihnindeki bireysellik prizmasında bükülür; o hep kendiyle dayanışılmasını ister. Böylesi “ben”ler, “biz”e dönüşmeye direnir; zorlanmayı kaldırmaz. Zorlandığı noktada, kolektifle pamuk ipliğine bağlı ilişkisi kopuverir.
İsimsizlik onun harcı olmadığından, siyasetin vitrin kısmında yer almayı tercih eder. Kolektifin aldığı her tutumda, onun da ismi cismi ayrıca mutlaka görülmelidir. Kalabalık bir fotoğrafa baktığında gözü hep kendindedir; “topluluk içerisinde ne kadar da özel bir yere sahip olduğunu” düşünür durur; başkalarının da böyle düşünmesini bekler…
Rekabetçi/yarışçı varoluş, gidebildiği kadarıyla kolektif içerisinde de sürer. O, biriciktir ve en değerlidir; yapıdaki diğer kadrolara rakibi gözüyle baktığından onlarla sistematik bir değersizleştirme ilişkisi geliştirir. Sürekli alkışlanmalıdır; eleştiriye gelemez. Hele yüzleşme ve özeleştiri, semtine bile uğramaz. Onaylanmadığında, alkışlanmadığında, eleştiri aldığında yıkıcı öfkesi harekete geçer; düşmanlaşır; kolektifin yarattığı ortak değerleri tahrip etmekten sakınmaz; zaten “yüce” benliği dışında bir değer tanımaz…
Marksizm, feminizm, veganizm ve benzeri tüm “izm”leri bireysel yaşam tarzına indirgeyen apolitik bir duruş sergiler. Yüksek duvarlarla koruma altına aldığı bireyselliğiyle politikayı sulandırır. Devrimci politika, yaşamı dönüştürmeyi esas alır. Devrimci kadro, dönüştürülecek o yaşamın içerisine boylu boyunca girer. Narsisist birey için asıl olan; kendi hayatı, kendi doğruları, kendi prensipleridir. Yaşamla dönüştürücü bir politik ilişki kurmaz; o ancak steril dünyasından “kendi doğrularına uymayan yaşamı” yargılayıp durur. Yaşamı dönüştürmek için, çamura bulaşmayı göze almak gerekir. Konfor alanını asla terk edemeyecek orta sınıftan narsisist kişilikler için yaşamla tek taraflı yargılama ilişkisi kurmak, çok daha risksiz ve fiyakalıdır. Üzerine çamur bulaştırmaktan kaçan narsisist birey, aslında gırtlağına kadar kapitalizmin bataklığına batmış durumdadır. Kendini yüceltmek için sağındakiyle solundakiyle girdiği yarış, bencillik bataklığında debelenmekten öteye bir anlam taşımaz…
* * *
Bireyciliği yücelten burjuva ideolojisi, çeşitli kılıklarda kendini var ediyor. Narsisizm, farklı seviyelerde de olsa bugün neredeyse her taşın altından sosyalistlerin karşısına çıkıyor. Bu konuda güçlü bir ideolojik mücadele verilmezse, doğal olarak sosyalist yapının içerisine de sızıyor. Bu nedenle meselenin ciddiye alınması, o ölçüde bir ideolojik dövüş verilmesi önemli.
Özellikle orta sınıftan narsisist bireylerin bireysellik kabuğunun kırılması bugün için imkânsıza yakın bir durum. Onlar, hasbelkader yollarının çakıştığı sosyalist yapılara bir süre “misafir” oluyorlar; bencil geliyorlar, geldikleri gibi de bencil gidiyorlar. Bu süreçte de -yapının ideolojik mücadele refleksleri zayıf çalışırsa- kendi burjuva ideolojilerini, bireysel/apolitik varoluş tarzlarını yapıya bulaştırabiliyorlar. Sosyalist örgütün, bu kimliği kadrolaştırma çabasına girmesi zaman kaybı. Orta sınıfa mesafeli duruş, en doğru yol.
Temel sorun, sosyalist hareketin işçi sınıfıyla ve nüfusun en kırılgan kesimleriyle bağının son derece zayıflamış olması. Giderek “kentli orta sınıf” karakter devrimci örgütlerde ağırlık kazanıyor. Sosyalistlerin, kapitalizm piramidinin en altında yer alanlara yüzünü dönmesi gerekiyor. “Ben”lerden “biz”e dönüşebilecek potansiyel nitelik; kapitalizmi kül edecek yıkıcı enerji hala orada duruyor…