Finans kapitalin salyası olarak müsilaj
Siyasal İslam’ın İstanbul’a bıraktığı ize bakmak isteyenler anlamsız kuleye değil, Marmara Denizi’nin can çekişmesine bakmak durumundalar.
Menderes-Erdoğan aralığında Türkiye sağına damga vuran isim Demirel; karma ekonomi tartışmalarının öne çıktığı ithal ikameci dönemde “bize plan değil pilav” lazım diyerek finans-kapitalin şuursuz piyasacılığını veciz bir biçimde ifade etmişti. Bugün plansızlığın bitirdiği Türkiye’de pilavlık pirinç üretimi ülkenin ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak bir noktaya düşmüşken Marmara Denizi’nin üstünü giderek kaplayan müsilaj, pirinç renginde bir kefen metaforu eşliğinde hayatlarımıza demir atmış görünüyor.
Marmara Denizi 11.000 kilometrekarelik bir iç deniz, bir ülkenin bir iç denize sahip olabilmesi kadar büyük bir ayrıcalık olmasa gerek. Ancak Türkiye finans kapitali, Marmara Denizi’ni dev bir foseptik çukuruna çevirmek için hiçbir fedakârlıktan kaçınmadı diyebiliriz. 1950’lerin ikinci yarısında hızlanan sanayileşme İstanbul’da öncelikle Haliç çevresinde yer alan mahallelerdeki fabrikaların artışı olarak görünürlük kazanmıştı. Deniz kıyısına sanayi kurmak sermayenin atık deşarjı maliyetlerini düşürmek için büyük bir olanaktı. Kente oluk oluk akan işçi sınıfının barınma giderlerinin işgücü maliyetlerini yükseltmemesi için bulunan çözüm ise planlı büyümeye son derece müsait İstanbul’un tamamen kendiliğinden ve sermayenin maliyetlerini düşürme önceliğine göre yapılaşmaya açılması oldu. Osmanlı’da toprak mülkiyetinin son derece geç hukukileşmesi (1856) ve feodal toprak sahipliğinin köklü bir geçmişe sahip olamaması, kamusal toprakların kentte kahir ekseriyeti oluşturmasını sağlıyordu. Planlı bir kentleşme için en büyük maliyeti oluşturan kamulaştırma maliyetlerinin neredeyse yok hükmünde olduğu bir şehirde burjuvazi kent kurmayı değil kenti yağmalamayı seçti, bu yağmanın kırıntılarını ise özellikle 1980 sonrasında tapular aracılığıyla alt sınıfları hegemonya projelerine eklemlemekte kullandı. Altın Boynuz Haliç birkaç on yıl içinde koca bir bataklığa dönüştü. Sanayi sermayesinin ağzından salyalar saçarak peşinde koştuğu karlar öncelikle Haliç’in sonrasında da bütün Marmara Denizi’nin yok edilmesi pahasına biriktirilebildi. Müştereklerin yağmalanmasıyla elde edilen sermayelerin bugün müşterekleri savunmak ve yaşayabilir kılabilmek için kamulaştırılması en akılcı ve etik çözüm olarak görülmelidir.
Marmara Denizi’ni öldüren olaylar dizisinin en önemli kırılma noktalarından birisinin Haliç’i kendi gözlerinin rengine benzetmek isteyen bir belediye başkanının sanayi atıklarının yarattığı bataklığın sularını İstanbul Boğazı’nın dip akıntılarına katarak komünist Rusya’ya doğal yollardan ihraç etmek isteyen bir cin fikirlikten kaynaklandığını unutmayalım. Derin Deniz Deşarı adı verilen saçmalığın Marmara Denizi’nin katlinde böğüre saplanan dom dom kurşunu olduğunu artık çok iyi biliyoruz. 1994’ten 2019’a kadar İstanbul’a musallat olan Siyasal İslam belediyeciliği bu kurşunun daha da ölümcülleşmesi içinde elinden geleni yaptı. Kentin bütün pisliği, ileri veya biyolojik artıma yapılmaksızın Boğaz’a hala 6 noktadan 40 metre derinden bırakılıveriyor. Siyasal İslam’ın İstanbul’a bıraktığı ize bakmak isteyenler anlamsız kuleye değil, Marmara Denizi’nin can çekişmesine bakmak durumundalar.
Marmara Havzası’nın Türkiye’nin sanayisinin odağına dönüşmesi; İzmit’in, Bursa’nın, Çorlu-Çerkezköy hattının Marmara açısından taşınamaz yükler haline gelmesi kısa yoldan, en düşük maliyetle zenginleşme güdüsü her zaman öne çıkan finans kapitalin koşullandırdığı bir plansızlığın önümüze konan faturasıdır. Trakya’yı boydan boya kansere boğan Ergene Nehri’nin ortaya çıkardığı manzara bu tabloyla birlikte yeniden düşünülmelidir.
Ekolojik krizin bir diğer önemli boyutuysa kuraklık sonrasında yaşanan bir tarımsal üretim çöküşü olarak karşımıza çıkıyor. Sebze ve meyve üreticileri yanlış pandemi yönetimi sonrasında ağır bedeller ödemek zorunda kalmıştı, şimdi de tahıl üreticisi köylülük artan üretim maliyetleri ve kuraklık sonrasında rekoltenin sıfırlanması tehditleriyle karşı karşıya. Denizli’de çiftçiler tarım için gereken suyun elektrik santrallerine verilmesi ile ürünlerinin susuzluktan yetişmediğini söyleyerek hükümet binasına yürüdü ve “Vali İstifa” sloganları attı. Konya’da çiftçiler traktörleriyle Konya-Adana yolunu trafiğe kapattı. Türkiye’de esnafla birlikte devletçi hegemonyanın en önemli mihenk taşlarından tahıl üreticisi köylülüğün de ekonomik ve ekolojik kriz dolayısıyla iktidara sırtını dönmesi büyük kırılmaların yaşanmasını olanaklı hale getiriyor. Ekilemeyen toprakların giderek fazlalaşması, susuzluğun kronik hale gelmesi, kur yükselişi ile girdi maliyetlerinin artması köylüyü giderek daha fazla tefeci bankaların eline düşürüyor. Tarımın yaşadığı çöküşte de sermayenin plan düşmanlığının izlerini görebilmek mümkün.
21. yüzyıl sosyalizmi, kapitalizmin çok boyutlu olarak yarattığı krizleri yaşam lehine çözebilmek için neo-liberalizme kısmen çekidüzen veren bir orta yolculukla kendisini sınırlamadan güncellenmiş bir planlama anlayışıyla ayağa kalkmak zorunda. Sadece insanlığın değil yaşam adına ne varsa geriye kalan, her şeyin kaderi buna bağlı.
Son söz: Kanal İstanbul dayatmasının, “Bu Kanal’ın iki yanında ben diyeyim 250’şer bin, siz deyin 300-500 bin konutluk şehirler oluşacak” gözüdönmüşlüğünün tabuta son çiviyi çakmasına izin vermeyeceğiz!