Tam kapanma ve sokakta 1 Mayıs ısrarı

Ölümlerimizin sebepleri 1 Mayıs’ta bize ne yapacağımızı dikte etme şansına sahip değiller. Pandemi bir işçi sınıfı hastalığına dönüşmüşken işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma gününde bizleri dört duvara sıkıştırmaya çalışanlar bir çift sözümüz olacak:
ÖFKEMİZDEN KORKUN

Fotoğraf: Sezgin Kartal

Pandeminin 3. dalgasının çok sert bir biçimde vurduğu bir konjonktürde gelir güvenceli en az 28 günlük tam kapanmayı savunmakla 1 Mayıs günü her ne pahasına olursa olsun sokakta olmakta diretmenin ilk bakışta çelişkili birlikteliği makul bir çerçevede nasıl anlatılabilir? Kapanma talebinin orta sınıflarla prekarya karşılaştırıldığında farklı çağrışımları olması, aslında emekçi sınıflara dayanan bir karşı hegemonya inşasının çelişkili doğasından kaynaklanan zorlu görevleri hakkında çok fazla şey anlatıyor. Kapanma talebinin kendisi de sınıflı toplumlarda her fenomenin başına geleni yaşıyor, farklı sınıfsal zaviyelerden farklı çerçevelerde değerlendiriliyor.

ILO’nun pandemi öncesinde açıkladığı kimi verilere göre dünyada işçi sınıfının %65’i enformel sektörde çalışıyor ve güvencesiz. Dünya işçi sınıfının prekaryalaşmasının boyutlarını sergilemesi açısından önemli bir veri. Orta ve alt gelirli ülkelerde çalışanların %25’inin mutlak yoksulluk sınırının altında yaşadığı düşünülürse çalışmanın günlük ihtiyaçları karşılamanın yegâne yolu haline geldiği rahatlıkla anlaşılabilir. Hiçbir gelir getirici mülkiyeti, rant geliri ve sosyal güvencesi olmayan milyonlar açısından işe gidebilmek aç kalmamak, iyi kötü başını soktuğu evinden atılmamak için bir zorunluluk. Prekaryanın devlete ve sisteme olan inancının da neredeyse sıfır noktasına inmiş, toplumsal hareketlerin reformist olmayan reformlar için mücadele kapasitesinin zayıflamış olması da düşünüldüğünde “gelir güvenceli tam kapanma” talebinin “ya çalışma ya da mutlak yoksulluk” ikilemiyle karşı karşıya olan prekarya açısından görece soyut kalabileceği anlaşılabilir. Kapanma karşıtı söylemin birçok ülkede geniş bir destek bulması, bunun komplo teorileriyle de desteklenmesi ve hatta aşı karşıtlığına da varması ilk bakışta oldukça anlamsız gözükse de toplumun belli kesimlerinin, kapitalizmin merkezi rasyonel ideolojisinden ne düzeyde kopuştuğunu da gösteriyor. Bu anlamıyla post-truth çağı biraz da çöken ve inandırıcılığını kaybeden bir egemen sınıf ideolojisinin yerinin, bir karşıt hegemonyanın ideolojisi tarafından doldurulamadığı bir interregnumun ifadesi olarak da okunmalı. Bu ruh haliyle sosyalist solun genellikle çok kopuk kalmış olması da sosyalist sola giderek egemen olan orta sınıf bir “benlik” merkezli, romantizmini kaybetmiş bir rasyonaliteyle fazlasıyla yüklenmiş,  sağlık ve konfor odaklı bakış açısıyla fazla hemhal olmanın olumsuz bir sonucu.

Prekaryanın ve kısmen de küçük sermayeli alt orta sınıfların yaşamsal zorunluluklarından kaynaklanan bu çelişkili ruh hali Giorgio Agamben ve ondan beslenen kimi aydınlar tarafından toplumların tam kapanma talep ederek aslında bir tür faşizme, devletlerin giderek güçlenen mutlak gözetimci totaliter kapasitelerine biat geliştirdiklerini iddia etme aşırılığına vardırılıyor. Egemen sınıflar servet ve birikimleri sayesinde gelir güvenceli kapanmayı kendi sınıfsal ayrıcalıkları haline getirmiş ve çarkların her ne pahasına dönmesini toplumsal sağlığın yerine ikame edebilmişken aşağıdan gelen kapanma taleplerini bir tür faşizme ruhunu teslim etme olarak itibarsızlaştırmak işçi sınıfının ölümüne çalıştırılmasına felsefi gerekçeler üretmekten öteye gitmiyor. Hele de bu zorunlu çalışmanın en büyük mağduru göçmen işçiler, kadınlar ve sömürülen halklar oluyorken…  Devletlerin totaliter kapasite ve arzularının geliştiği muhakkak ancak bu tam kapanmanın gerçekleşmesinden bağımsız olarak böyle.

Özcesi prekaryanın kapanmayı “gelirden olmakla” eşleştirip bu talebe şüpheyle yaklaşması ne kadar anlaşılır ve bizler açısından rezonansa gelinebilmesi gereken bir durumsa kimi liberter özgürlükçü ve sınıfsal çelişkilere gözleri kapalı, modern yaşamı sadece devlet-toplum ikiliğinde okumaya çalışan düşünürlerin kapanma çağrısını bir distopya müptelalılığı olarak gören tutumlarıyla da bir o kadar mesafeli olmak gerekir.

Türkiye özgülünde iktidarın şuursuz ya da sadece “çarkların her ne pahasına olursa olsun” dönmesini esas alan bir şuurla hayata geçirdiği politikalar pandemi konusunda da hepimizi yeni bir uçurumun kıyısına getirdi. Aşılamanın yetersizliği ve kötü planlanması, erken açılma, gelir desteği yetersizliği olası bir yeni mutasyonla da birleşince pandeminin en büyük zirvelerinden birini yaşamaya başladık. Sürecin tüm yükünün sağlık emekçilerinin omuzlarına yıkılması, sağlık sisteminin kapasitesinin sınırlarına ulaşılması da gelir güvenceli tam kapanmayı acil bir gündelik talep haline getiriyor.

Aşı üzerindeki fikri mülkiyet haklarının bu koşullarda bile korunması – aşıların geliştirilmesi sürecinin büyük oranda kamusal kaynaklardan finanse edilmiş olması not edilmeli. AstraZeneca /Oxford aşısının araştırma masraflarının %97’sinin kamu tarafından sağlandığı, ABD’de 6 aşı araştırmasına devletin 12 milyar dolar destek verdiği biliniyor- , hızlı aşılama ve gelir güvenceli tam kapanma gerçekleşmediği için her gün binlerce insanın ölmesi, sermayenin bir yandan insanları çalışmaya zorlarken de bir yandan otomasyon yatırımları ile pandemiyi bir fırsata dönüştürmeye çalışması aynı depremde öldürenin yıkılan binalar olması gibi pandemide de öldürücü olanın virüsten ziyade kapitalizm olduğu gerçeğini belirgin hale getiriyor. Cebindeki son 12 lirayı eşine verip “elveda” diyerek canına kıyan genç işsiz emekçi kardeşimizin kanı ve canıyla çizdiği tablo bu gerçeği resmediyor.

Ölümlerimizin sebepleri 1 Mayıs’ta bize ne yapacağımızı dikte etme şansına sahip değiller. Pandemi bir işçi sınıfı hastalığına dönüşmüşken işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma gününde bizleri dört duvara sıkıştırmaya çalışanlar bir çift sözümüz olacak:

ÖFKEMİZDEN KORKUN