Akademinin isyanı “özerklik” çerçevesine sığar mı?

Yaşananların derinliği bu boyuttayken itirazın içeriği de yalnızca “rektörün istifası” seviyesinde kalamazdı/kalmadı. Her şeyiyle başka bir dünya, başka bir ülke, başka bir üniversite ve başka bir yaşam tarzı arayışı direnişin her anında kendisini hissettirdi.

İlk ortaya çıktığı dönemden bugüne kadar üniversiteler, içerisinde bulunduğu toplumsal yapı tarafından şekillendirilmiştir. Bu yapının sınıf kompozisyonu, sınıflar arası ilişkiler/çatışmalar, mülkiyet/egemenlik ilişkileri, üniversitelerin şekillenişinde yansımasını bulmuştur. Bu anlamda toplumsal yapının iç gerilimleri, dinamizmi, değişimi, dönüşümü üniversitelerde de yaşanmıştır.

Ortaçağ Avrupa’sında üniversiteler, sistemin tepesinde yer alan aristokrasinin ve ruhban sınıfının ihtiyaçlarına cevap veren bir niteliğe sahiptir. Bilginin ve ideolojinin üretimi, bu ihtiyaçtan hareketle gerçekleşir.

Kapitalizm öncesi üretim ilişkilerinin bağrında doğan ve ekonomik alt yapıdaki değişime/dönüşüme paralel olarak giderek gelişen burjuvazi, modern dönemin egemeni olacaktır. Alt yapıdaki bu değişim süreci ve çatışma, üniversite kurumunu da etkisi altına alır. Akademik üretimde ibre, burjuvazinin ihtiyaçlarına doğru kayar.

18. yüzyılda gelişen aydınlanma çağı, tanrının ve kilisenin egemenliğine karşı insanı, aklı ve bilimi yüceltir. Fransız Devrimi, bu anlamda bir kopuş ve sıçramadır. Bir biçimde tanrı, insana yenik düşer; tabii ki burjuva insana… Nihayet kapitalizmle birlikte üniversiteler burjuva sınıfının ihtiyaçları için üretime başlar.

Bu kuşbakışı tarihsel fotoğrafta bir noktanın altı çizilmelidir; üniversitelerdeki üretim sınıfsal bir nitelik taşır. Kapitalizmde üniversiteler, üniversitelerde üretilen bilgi ve ideoloji burjuvazinin hizmetindedir.

Bu çerçeve içerisinde “üniversitelerin özerkliği” meselesi nereye oturuyor? Üniversiteler özerk olabilir mi?

1988’de kaleme alınan Akademik Özgürlük ve Yükseköğretim Kurumlarının Özerkliği Hakkında Lima Bildirgesi, “akademik özerklik” konusunu şöyle tarif ediyor:

“Özerklik, yükseköğretim kurumlarının iç işleyişlerine, mali işlerine ve yönetimlerine ilişkin kararlar almada ve eğitim, araştırma, dışa yönelik çalışmalar ve diğer ilgili faaliyetlerde kendi politikalarını oluşturmada devlet ve toplumun tüm diğer güçleri karşısındaki bağımsızlıkları anlamına gelir.”

Tarihsel bakıştan uzak bu tanım, üniversiteleri ve bilimi “sınıflar üstü” bir pozisyona oturtuyor. Sınıflı toplumlarda böylesi bir pozisyon yok. Bunu savunmaksa, akademiyle kapitalizmin ve burjuva sınıfının ilişkisini yok sayan, hatta karartan bir yanılsama yaratıyor.

Üniversitelerde üretilen bilgi, çıkarları taban tabana zıt sınıflara bölünmüş bir toplumsal yapıda hangi sınıf tarafından kullanılacaktır? Bu sorunun, sınıfsal egemenlik ve mülkiyet ilişkisinden bağımsız bir yanıtı olamaz. Dolayısıyla kapitalizmde bilim, egemen sınıf burjuvazinin çıkarına kullanılır.

Mali özerklik nasıl gerçekleşecektir? Üniversitenin finansmanı, kamu kaynakları üzerinden sağlanan devlet bütçesinden ayrılan payla ve/veya dışa dönük çalışmalar üzerinden yaratılabilir. “Dışa dönük” ifadesi, kapitalist piyasa anlamına gelir. Kapitalist devletçe finanse edilen ya da kendi finansmanı için kapitalist pazarla içli dışlı olan bir üniversite… Her iki durumda da sermayeden bağımsızlık söz konusu değildir. Kapitalizmin dünyasında, sermayeden bağımsız bir üniversite örneği yoktur.

Yönetsel özerklik; yani “üniversitenin yönetiminin üniversite bileşenlerince belirlenmesi” konusu, kapitalizmin sınırları içerisinde mücadeleyle bir seviyede sağlanabilir; o da ancak bir seviyede…

90’ların başlarında “Özerk Demokratik Üniversite” politik hedefi, devrimci gençlik örgütleri arasında canlı bir polemik konusuydu. Bu parolaya yönelik eleştiriler iki nokta üzerinden geliyordu. Birincisi, özerklik kavramının belirttiğimiz sorunlu yapısı. İkincisi, düzen içi bir reform talebinin programatik bir hedef düzeyine taşınarak reformizme düşülmesi. Özerk Demokratik Üniversite hedefini eleştirenler, bu hedefin karşısına halk iktidarının kurumları olan “Demokratik Halk Üniversiteleri” hedefini koyuyorlardı.

Giderek “özerklik” kavramı eski parlaklığını yitirdi. Boğaziçi Üniversitesi direnişi sürecinde “üniversitelerin özerkliği” konusu yine dolaşıma girdi.

Bugünün siyasi ikliminde ne anlama geliyor bu talep?

Kapitalizmin çok boyutlu krizi, sistemi tükenişe sürüklüyor. Kapitalizm, ideolojisiyle ve tüm kurumlarıyla çözülüyor. Kendisi tükenirken beraberinde her şeyi tüketen bir sistem. Üniversiteler de kapitalizmin çürüyen ve tükenen kurumlarından.

Her ülke kendi özgünlüğü içerisinde yaşıyor bu süreci. Türkiye’de üniversitelere büyük darbe 12 Eylül 80’de geldi. YÖK üzerinden akademi teslim alındı. Ardından üniversiteler kapitalizmin neoliberal birikim modeline uyumlandırıldı. Eğitim her düzeyde metalaştırıldı, ticarileştirildi. Üniversiteler, şirketleştirildi; kapitalist piyasalarla bağı güçlendirildi. Akademik disiplinler sermayenin ihtiyaçlarına göre prestij kazandı ya da kaybetti. 90’lı yılların sonundan itibaren bu süreç adım adım işledi. Özel üniversiteler ve vakıf üniversiteleri yine bu dönemde yaygınlaştı.

AKP iktidarı, toplumsal yaşamın tüm alanlarında olduğu gibi üniversitelerde de finans kapitalin tercihleri doğrultusunda bu sürecin yürütücüsü oldu.

Otoriterleşmeden totaliterleşmeye vites büyütüldüğü dönemde üniversitelerin payına “AKP’nin fetih harekâtı” düştü. Zira tam anlamıyla teslim alınamayan akademi, AKP’nin canını epeyce sıkıyordu. Dindar neslin yaratılması toplumsal projesi, muhafazakâr islamcı kimlik giydirilmiş üniversitelerin yandaş akademisyenleri marifetiyle başarılmalıydı.

Otoriterleşme ve sermayenin yeni birikim alanları açma iştahı, paralel işleyen ve birbirini besleyen bir süreç. AKP döneminde bir yandan YÖK’te cisimleşen baskıcı uygulamalar sürdü; diğer yandan sermayenin yeni birikim modeline yapısal uyumlandırma adımları atıldı.

Barış akademisyenlerinin üniversitelerden tasfiyesiyle birlikte Türkiye’de üniversiteler bitirilme noktasına getirildi. Akademik kriz, “akademik iflas” düzeyine vardırıldı.

Boğaziçi Üniversitesi direnişi, bu gidişe tüm bileşenleriyle akademinin güçlü bir itirazı oldu. Yaşananların derinliği bu boyuttayken itirazın içeriği de yalnızca “rektörün istifası” seviyesinde kalamazdı/kalmadı. Her şeyiyle başka bir dünya, başka bir ülke, başka bir üniversite ve başka bir yaşam tarzı arayışı direnişin her anında kendisini hissettirdi. Direniş dikkatle okunduğunda, sistematize edilmiş bir gelecek ufku ortaya konmasa da her adımında, her sözünde sistemin sınırlarını aşan bir arayış görülecektir. “Özerklik” parolası; bu itirazların içerisine sığacağı bir çerçeve değildir.

YÖK’ün hiyerarşik, hantal ve katı merkezi denetim yapısı, eğitim alanına yatırım yapan kimi sermaye grupları için de sorun oluyor. Devleti serbest piyasanın ayak bağı olarak gören neoliberal akla sahip burjuvazi, bu sıkıntıdan kurtulmak için üniversitelerin özerkliğini talep edebiliyor. TÜSİAD’ın sıkı bir “akademik özerklik” savunucusu olduğunu unutmayalım…

Ayrıca bugün yaşanan rejim krizi, kapitalist sistemin sürdürülebilirliğini sağlamak açısından finans kapitali “restorasyon” seçeneği arayışına sokuyor. Bu seçeneğin adayları, boğucu otoriter yapıya karşı demokrasi söylemini bol bol ağzına doluyor. Kuşkusuz bu söylem, sermayenin bir illüzyonu olmaktan öteye anlam taşımıyor. Akademik özerklik, finans kapitalin restorasyon seçeneğinin rahatlıkla soğurabileceği bir talep olarak duruyor.

Üniversiteler, kapitalizmde sermayenin ihtiyaçlarına yanıt verecek bir şekillenme içerisine sokulsa da bünyesinde tarih boyunca güçlü bir direniş dinamiği barındırmıştır. Kapitalist sistem, başta öğrenciler olmak üzere üniversite bileşenleri tarafından türlü yöntemlerle epeyce hırpalanmıştır. Akademi, bu yönüyle işçi sınıfının ve diğer mücadele dinamiklerinin hareketlenmesinde önemli roller oynamıştır. Yaratıcılık, cesaret ve isyan, bulaşıcıdır. Tarihin çeşitli dönemlerinde sisteme güçlü itirazlar, üniversitelerden diğer dinamiklere bulaşmıştır.

Bugün sosyalistler, üniversitelilerin tükenen ve tüketen kapitalist sistemin sınırları dışındaki arayışlarına yanıt vermelidir. Mücadele dinamiklerinin bu arayışları, 21. yüzyıl sosyalizminin programıyla buluşturularak güçlü bir gelecek kurgusu niteliğine büründürülmelidir. Dünyanın dört bir yanında yükselen isyan dalgasının önemli eksikliklerinden birisi, gelecek tasarımından yoksunluk. Akademinin isyanı, bu eksikliğin aşılmasında da bulaşıcı etki yaratacak potansiyele sahiptir.

Kuşkusuz, kapitalist sistemde üniversitelerin niteliği ve işlevi ne olursa olsun, demokratik hak ve özgürlükler alanını genişletecek talepler üzerinden yükselen mücadeleler son derece değerli. Boğaziçi Üniversitesi direnişi, yarattığı büyük etkisiyle bunun iyi bir örneği. Sosyalistler, güçlendirici taleplere sahip çıkarken; mücadeleyi ileriye taşımayacak nitelikte olan, yanılsamalara dayanan ve yanılsamalar yaratan talepler karşısında da düşüncelerini yüksek sesle ifade etmelidir.

Grinin teslim alamadığı gençlik, rengârenk bir gelecek hayali kuruyor; hayallerinin küçük fragmanlarını bugünden paylaşıyor.

Bilimin metalaşmasına karşı duran;

İnsanlığın ve onun parçası olduğu doğanın yararına eğitimi savunan;

Yükseköğretimin yalnızca parası olanın bir ayrıcalığı değil, herkesin hakkı olduğu;

Öğrencilerin, akademisyenlerin, işçilerin; tüm bileşenlerinin yönetimde söz ve karar hakkına sahip olduğu;

Akademisyenlerin iş güvencesini, akademik özgürlüğün teminatı olarak gören;

Kadınlara, LGBTİ+’lara ve tüm kimliklere karşı ayrımcı uygulamaların yaşanmadığı;

YÖK, polis, özel güvenlikler, kameralar, disiplin yönetmelikleri; tüm baskı mekanizmalarının sökülüp atıldığı bir üniversite hayali…

Kapitalizmin ve onun siyasi iktidarlarının değil tüm canlı hayatın çıkarına, eşitlikten, özgürlükten yana demokratik üniversite arayışı büyüyor. Bitirilme noktasına gelen akademi, yeni bir hayatın başlangıcının işaret fişeği olacak aklı ve ruhu hala içerisinde barındırıyor…