İsyan Dalgası Solu Büyütecek mi? – M. Sinan Mert
Ala-yı vala ile kalkışılan “son Osmanlı” seferinin sonuna beklendiğinden önce gelindi. Fırsat penceresi kapanmadan yeni kayyumlar atandı, Kapadokya ve Haydarpaşa işleri “haledildi”.. Şimdi milliyetçi hayal perdesinin ineceği, yoksulluğun, pahalılığın, işsizliğin sızısının daha bir derinden hissedileceği günlerin eşiğindeyiz.
Sudan’da ekmek, Fransa’da benzin, Şili’de ulaşım, Irak’ta elektrik, Lübnan’da iletişim zamları dev isyanları tetikleyen etkenler oldu. Neoliberalizmin yaşamın en temel ihtiyaçlarını bile metalaştırması, emek gücünün kendisini yeniden üretmek için gereken tüm maliyetleri kendisinin karşılamak zorunda olması dünyanın dört bir yanında emekçilerin hayatlarını çekilmez hale getiriyor. Sadece emekçiler değil, “sen de işçisin” deseniz üzerinize yürüyecek orta sınıf katmanları da giderek alt sınıflara yaklaşmanın getirdiği dehşetle kendilerini sokaklara atıyorlar. Türk Telekom’u soyup soğana çevirip memleketin sırtına atıp kaçan Hariri’nin, insanlar kendi şirketinin GSM operatörlerini kullansın diye Whatsap vergisi icat etmesi de tabii bir kara mizah malzemesi olarak tarihe geçti. Şili’de halkın elektriğe zam yapan şirketin binasını yakması ise toplumun kendi içindeki çatlakları aşıp yıkıcı bir canavara dönüşmeyi başardığında sermaye açısından ne büyük bir tehdit yaratabileceğinin yeni bir karinesi. Sermaye bu tablonun oluşmaması için devasa bir zor aygıtını beslemek, halkın içindeki çelişkileri büyütmek için ideolojik hegemonyasını koruyabilmek zorunda.
Bu tarz kabarışların moral üretici etkisi büyük ancak işlerin genel gidişatında kalıcı dönüşler yaratması şu aşamada mümkün değil. Hele de isyanların solu güçlendirmesi beklentisi duruma dair çok kestirme bir akıl yürütüş ve bunun kendiliğinden gerçekleşmesi mümkün değil. 2008 krizinin yarattığı genel sarsılmanın tetiklediği isyanlar çağı aslında 2011’den bu yana bir biçimde devam ediyor. Ancak sol kendisini güçlendirmeyi başaramadan bu krizlerden güçlenmeyi bekleyemez. İsyan dalgalarıyla solun yeterince iç içe geçememesi öncelikle solun kendi krizini aşamamasından kaynaklanıyor. Bu kriz daha fazla yatay örgütlenme ve daha fazla doğrudan demokrasi propagandası ile aşılabilecek durumda değil. Ortada devasa bir programatik sorun var ve bunun en önemli kısmı da toplumsal zenginliğin yeniden paylaşılması ile ilgili. Bütün isyanlar sınıfsal konumlarla açıkça eşleştirilebilecek sorun ve taleplerden kaynaklanmaktayken piyasa ekonomisinin, özel mülkiyetin, meta(sız)laşmanın, planlamanın kamusal tartışmaların gündeminde çok sınırlı yer bulabilmesi solun kendisini aşamamasının bir sonucu. Devasa servetler ve üretim araçları üzerinde özel mülkiyet sorunun temel kaynağı olarak görülmüyor çünkü sosyalizm deneyiminin ve sonunda yaşanan çöküşün zihinlerde yarattığı tahribat aşılabilmiş değil. O zaman sol, halkın gündelik sorunlarını çözerken aynı zamanda sosyoekonomik sistemi radikal dönüşümlere zorlayacak ve bunu gerçekleştirebilecek kitle hareketini inşa edebilecek “reformist olmayan reformlar” programını ortaya atarak dövüştürmeli. Toplumsal üretim koşullarında emek gücünün yeniden üretim maliyetlerinin toplumsallaştırılması programın ruhu olması gerekiyor.
Küresel isyanların kendisini yeniden hatırlatması Türkiye’de son 10 yılı yaşayanların aklına hızlıca Gezi’yi getiriyor. Irak, Lübnan derken isyan dalgası buraya da uğrar mı? Temel ihtiyaç maddelerine gelen zamlar konusunda kimse Saray rejiminin eline su dökemez. Elektriğe son bir yıl içinde %60 civarında zam geldi, doğalgaz zamlarının acısı ise önümüzdeki ayla birlikte daha bir çıkacak. Genç işsizlik tarihi rekor seviyelerde salınıyor. Gezi’nin patladığı günlerde ekonomik anlamda böylesi derinlikte bir kriz atmosferi yoktu.
Fakat bugün kısa vadede bir isyan beklentisinin gerçekçi hiçbir temeli olmadığını aklı başında herkes kabul edecektir. Saray rejimi, Kürtlere saldırarak aslında ayakları altından kaymakta olan zemini sabitlemeye çalışıyor. Hatırlanacaktır Gezi, Kürtlerle müzakere sürecinin başladığı dönemin bir ürünüydü. “Terör” heyulasının etkisini kaybetmesinin Batı’da sınıfsal çelişkileri yönetmeyi düzen açısından ne kadar zor hale getirdiğini bundan daha güzel örnekleyen bir durum olabilir mi? Bugün Rojava işgali aslında tam da 23 Haziran sonrası oluşan güç dengelerini tersine çevirmeyi amaçlıyor. 7 Haziran sonrasında sosyalistler, Kürt hareketini dönemin güç dengelerini okuyamamakla eleştirdi. Bugün Erdoğan’ın yeni hamlesinin 7 Haziran sonrasından Kürtlerin çıkaracağı doğru derslerle boşa çıkarılabileceği vurgulandı. Ancak Batı’daki “demokrasi güçlerinin” 7 Haziran sonrasından ne düzeyde ders çıkardığı meselesi üzerinde çok da durulmadı. HDP’nin de jure olmasa da de facto kapatılmasına, Mızraklı’nın ve diğer eş başkanların tutuklanmasına ve en önemlisi de işgale karşı sessiz kalınması ya da faturanın bir kez daha “emperyalizmle işbirliği yapan Kürtlere” kesilmesi aslında bu dersin alınamadığının göstergesi değil mi?
Ala-yı vala ile kalkışılan “son Osmanlı” seferinin sonuna beklendiğinden önce gelindi. Fırsat penceresi kapanmadan yeni kayyumlar atandı, Kapadokya ve Haydarpaşa işleri “haledildi”.. Şimdi milliyetçi hayal perdesinin ineceği, yoksulluğun, pahalılığın, işsizliğin sızısının daha bir derinden hissedileceği günlerin eşiğindeyiz.
Barış ve halkların kardeşliği noktasında kararlı duramayanların sınıf mücadelesine de omuz veremeyecekleri, sınıf mücadelesinde derinleşemeyenlerin de barışa katkı sunamayacakları dersini hiç unutmayacak bir biçimde hafızalara kazıyalım.
Mızraklı’nın tutuklanamadığı bir ülkede Mehmet’in katilleri de beraat edemezdi.
Ya hep beraber ya hiçbirimiz…