Yeni Bir Tarihsel Sayfa Açılırken “Hazır Mıyız?” – Salih İncesoy
“İnsanlık, dünyada ve Türkiye’de postmodernizm anormalliğinden normale dönüşün ilk işaretlerini veriyor. Devrimci hareketin de normale dönmesi ve tarihsel rolüne soyunması gerekiyor.”
Başlıktaki sorumuzu tartışmaya başlamadan önce -sözlerimizin bir parça eskimiş kalması olasılığını da göze alarak- eskiyen sayfaya dair bir şeyler söylemeliyiz.
12 Eylül 80 askeri darbesinin yarattığı ağır yenilgiyle büyük bir açmazın içerisine sürüklenen Türkiye devrimci hareketinin 87’de canlanan işçi ve öğrenci hareketiyle yeniden toparlanma çabası, bu kez de ülke içerisinde siyasi iktidarın “topyekûn savaş” saldırısı ve eş zamanlı olarak dünyada sosyalist rejimlerin çöküşüyle karşılaştı. Zor olan tablo, çok daha zorlaştı. Kapitalizmin gelişimi/değişimi sonucu sosyo-ekonomik, sosyo-kültürel yapıdaki farklılaşmayı hesaba katarsak, yaşanan bu kapsamlı travmanın aşılması çok yönlü bir yenilenmeyi zorunlu kılıyordu. İnsanlık, adeta yeni bir dünyaya adım atmıştı.
Devrimci hareket, cılız da olsa kurabildiği kitle bağlarını giderek yitirip devletin gündelik kuşatmasıyla izole olurken, boşalan alanı adım adım siyasal İslam doldurmaya başladı. Siyasal İslam 90’ların ortalarından itibaren büyümeye başlarken, eli kolu bağlanmış Türkiye devrimci hareketinin siyasi felç durumu ilerliyordu. Eş zamanlı olarak dünyada da Müslüman nüfusun çoğunlukta olduğu ülkelerde böylesi bir trendin yaşandığını buraya not düşelim.
Türkiye’de kendisini “muhafazakâr İslamcı” kimliğiyle tanımlayan siyasi partilerin tarihsel nedenlerle her zaman bir toplumsal tabanı olmuştur. Osmanlı’nın yıkılışının ardından kurulan Türkiye’nin modernleşme serüveninde bu taban ağırlıklı olarak taşrada var olurken, sekülerleşmenin/modernleşmenin/batılılaşmanın sembolü olan kentlerde görece etkinliği zayıf kalmıştı. 90’larla birlikte geleneksel tabanını aşan siyasal İslam, artık büyük kentlerde de etkinliğini gitgide hissettiren siyasi-ekonomik-kültürel bir güçtü.
Metropollerin sosyal dokusundaki bu kabuk değişiminde “iç göç” olgusu önemli rol oynadı. Türkiye kapitalizminin 80 sonrası doludizgin uygulamaya koyduğu neoliberal politikalar sonucu tarım ve hayvancılık çökmüş; taşra, başta İstanbul olmak üzere büyük kentlere taşınmaya başlamıştı. 90’ların başındaysa Kürt illerinde devlet eliyle sistematik olarak gerçekleştirilen köy boşaltmalar, siyasi nedenli yeni bir göç dalgası yaratmıştı. İstanbul’un 1980’de 4.741.890 olan nüfusu yaklaşık 2,5 milyonluk bir artışla 1990’da 7.309.190’a çıkmış, 2000’de 10 milyonu bulmuştu.
Büyük kentlerin varoşlarına yığılan bu nüfus, ilk başlarda yeni yaşam alanlarıyla doku uyuşmazlığı yaşayan “yabancılar” durumundaydı. Kültürel zeminde muhafazakâr kimliğiyle ötekileştirilen bu insanlar, aynı zamanda sınıfsal kimliğiyle yoksullukla boğuşuyor, yaşama tutunmaya çalışıyordu. Kentin yabancıları çok boyutlu mağduriyet yaşıyordu. Sosyalistlerin buluşamadığı bu kitleyle siyasal İslam -üstelik de bol bol sosyalistlerin parola ve yöntemlerini kullanarak- buluşmayı başardı. Ya da siyasal İslam’ın bu başarısının taşları, sistem tarafından döşendi.
Milli Görüş Hareketi’nin lideri Erbakan’ın 80 darbesi sonrası yoluna devam ettiği Refah Partisi’yle başlayan yükselişi, “gelenekçiler”e karşı “yenilikçiler”in lideri Erdoğan’ın AKP’siyle büyük ivme kazandı. Ne ilginçtir ki bu nöbet değişimi, 28 Şubat 1997 postmodern darbesiyle yaşandı; adeta yenilikçilerin yolu askerin kılıcıyla açıldı…
Siyasal İslam’ın yükselişi ve yükselişin somut karşılığı olan seçim başarıları, kentin yabancılarını istenmeyen misafir tedirginliğinden ev sahibi özgüvenine taşıdı. 91 genel seçiminde 77 milletvekili çıkartan Refah Partisi, 95 genel seçiminde yüzde 21’lik oy oranı ve 158 milletvekiliyle artık koalisyon ortağı olarak iktidardaydı. Aynı dönemde 94 yerel seçimlerinde İstanbul’da Erdoğan, Ankara’da Gökçek, Refah Partisi kimliğiyle belediye başkanlığı koltuğundaydı. Ötekileştirilenler, artık yeni yaşam alanlarının esas sahipleriydi.
Burada bir parantez açalım. Kentlerdeki sözünü ettiğimiz değişim, sancısız/çatışmasız yaşanmadı. “Şeriat/laiklik gerilimi” üzerinden yaşanan bu çatışma, bir dönem ülkenin siyasi ikliminin belirleyeniydi. Giderek pozisyonunu güçlendiren AKP, 2002 genel seçiminde yüzde 34,28’lik, 2007 genel seçiminde yüzde 46,66’lık oy oranıyla tek başına iktidardı. Erdoğan’ın “kimsesizlerin kimi, sessiz yığınların sesiyim” parolası, başta kentlerin bu yeni yüzleri olmak üzere geniş bir yoksul nüfusta karşılık buldu. Nihayet 2011 genel seçimindeki yüzde 49,82’lik zaferle, Erdoğan AKP’si bu hesaplaşmaya noktayı koydu. Siyasi zeminde yaşanan tarihsel kırılmanın ardından altta güreşenler artık mutlak bir şekilde üste çıkmıştı.
Parantezimizi kapatmadan, önemli bir noktaya daha kısaca değinip geçelim. AKP’nin yükselişinin yalnızca kendi marifetiyle gerçekleştiğini söylemek yanlış olur. O dönem siyasal ve ekonomik alanda yaşanan gelişmeler, AKP’ye dikensiz gül bahçesi ortamı sunmuştur. 99’da Öcalan’ın uluslararası bir operasyonla yakalanmasının ardından PKK’nin yaşadığı strateji değişikliği, Kürt sorununu çatışmalı durumdan barışçıl duruma taşımıştır. Türkiye ekonomisi art arda yaşadığı krizlerin ardından, 2000’li yılların başında Kemal Derviş eliyle neoliberal politikalara uyum ekseninde atılan adımlarla düzlüğe çıkartılmıştır. Her iki faktörün yarattığı gerilim, burjuva siyaset zeminindeki çözüm üretemeyen partileri silip atmış, AKP’yi alternatifsiz bırakmıştır. Ayrıca yine bu süreçte, neoliberalizmin hizmetkârlığını yapmaya yemin eden “kimsesizlerin kimi” Erdoğan, finans-kapitalin desteğini de arkasına almıştır. Parantezi kapatalım.
Kentlerin yeni yoksullarıyla kurduğu bağın büyümesinde AKP’nin iki yönelişi önem taşır. Muhafazakâr dindar kimliğin öne çıkartılması, bu kitlede kültürel zeminde AKP’yle bir duygu birliği yarattı. AKP, bu insanların yaşam tarzını, “kentin sahibi” kibirli beyaz Türklere inat bayraklaştırdı. Türban üzerinden yaşanan gerilim, bu sürecin sembolü oldu. İkinci olarak, ilkinden daha önemlisi, ekonomi zemininde yaşananlardır. Yerel ve merkezi iktidar olanakları üzerinden ele geçirilen devasa kamu kaynakları, sistemli bir örgütlenmeyle yaratılan dayanışma ağı üzerinden bu yoksul kitleye belli oranda pay edildi. Halkla kurulan bağda bu faktör belirleyicidir.
“Mağduriyetten muktedirliğe…”
2011 seçim zaferi, AKP’nin yükselişinde hem bir zirve, hem de yaşanacak kırılmanın taşlarının döşenmeye başlanacağı milattı. AKP artık “mağduriyetten muktedirliğe” nitelik değiştirmişti.
Yine bir parantez daha açalım ve iki noktaya değinelim. AKP’nin gücünü zirveye taşıdığı bu süreçte Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da açığa çıkan son derece hararetli gelişmeler ve siyasal İslam’ın bu coğrafyalarda da parlayışı -Tunus ve Mısır’da iktidara taşınışı-, “AKP’nin etki gücünün sınırların ötesine taşınacağı bir tarihsel fırsatın yakalandığı” umudunu yarattı. “Yeni Osmanlıcılık” fantezisi bu süreçte akılları baştan aldı. Çok geçmeden Erdoğan’ın partnerleri inişe geçmiş, “derin strateji” parlamadan sönmüştür. Bir diğer nokta, küresel ölçekte neoliberalizmin iflasıdır. AKP’nin finans-kapitali memnun eden ve tıkır tıkır uygulamaya soktuğu ekonomik düzenlemeler, neoliberalizmin iflasıyla derin bir tıkanıklık içerisine girmiştir.
“Muhafazakâr demokrat” kimliğiyle yola çıkan AKP, “dava partisiyiz” retoriğiyle yürüyüşünü sürdürdü. Net bir anlam taşımayan, gelişmelere göre eğilip bükülen bu iddianın yoksul halkın yaşamına tercümesi, artık öteki ve mağdur olma halinden kurtuluştu. 2011 kırılmasının ardından, “savunulan davanın sulandırıldığı” duygusu tabanda gelişmeye başladı. “Güç zehirlenmesi” tespitleri bu dönemde kullanıma girdi. Halkın içerisinden çıkıp saraya varacak yolculuk, bu noktadan sonra ivme kazandı. “Dava partisi”nin ihtişamlı sarayla sembolize olan büyük gücünün çevresini çıkar grupları sarmaya başladı. Milletle reisleri arasına artık birileri girmişti. Bir zamanlar mağdur halka pay edilen kamu kaynakları, o birilerini zenginleştirecek rant mekanizması haline dönüştü. AKP mahallesinde durum böyle okunuyordu. Çalınan minareleri gizleyecek kılıf yetiştirilemiyor, yaşanan her şey gözle görülüyordu. Çok kaba bir benzetmeyle, Osmanlı’nın dirlik düzeninden kesim düzenine geçişinde halkta oluşan duygulara benzer duygulardı yaşanan.
“Açılım” süreçlerinin kapsayıcılık kaygısı taşıyan yaklaşımı terk edilmişti. “Davaya ihanet ediliyor” eleştirisi yapanlar şeytanileştiriliyordu. Ekonomide ve dış politikada esen ve zaman geçtikçe fırtınaya dönüşecek olan ters rüzgârlar da eklendiğinde, AKP artık yıpranma sürecine girmişti.
2013 Gezi direnişi, kapsayıcılıktan kutuplaştırıcılığa geçişi tetikledi. Hiç de ekonomik olmayan kutuplaştırıcı siyaset tarzı, toplumsal meşruiyet alanı daralan siyasi iktidar açısından iktidarı kaybetmemek adına zorunlu bir tercihti.
Milletin davası, tek adamın davasına dönüşüp, Erdoğan şahsında tek adam rejiminin inşasına doğru yol alınırken -aynı zamanda bir ittifak partisi de olan- AKP, Gezi direnişiyle aynı yıl açığa çıkan 17-25 Aralık süreciyle birlikte Cemaat’le yollarını ayırdı. Zira monolitik rejimlerde bir iktidar ipinde iki cambaz oynayamazdı.
2015 Haziran genel seçiminde HDP zemininde sağlanan halklar buluşmasının başarısı, zaten dengesi sarsılmaya başlayan AKP’yi allak bullak etti. Faşizmin inşası sürecine toplumsal meşruiyet kazandırmaya hizmet edecek bir araç olarak bakılan seçim oyununda, HDP oyunbozanlık yapmıştı. Seçim tanınmadı ve faşizmin inşasında gaza basıldı. “MHP, Çiller-Ağar döneminin eli kanlı unsurları ve bunlarla bağlantılı çeşitli çeteler”le milliyetçilik ekseninde kurulan yeni ittifak, yola kalınan yerden devam edecekti. Kesif bir hamasi milliyetçi söylem ve kutuplaştırıcılık tavan yaptı. Kasım genel seçimi bu atmosferde gerçekleşti.
15 Temmuz ve ardından gelen OHAL süreci, gidişatı iyiden iyiye “ipin ucunu kaçıran kontrolsüz gücün ilerleyişi” durumuna çevirdi. Yukarıdan aşağıya her alanda muazzam bir keyfileşme ve çürüme, ortalığı kapladı. Yıpranan AKP artık ülkeyi yönetememe noktasına sürükleniyordu.
Uzun yıllar boyunca neoliberalizmin acı reçetelerini “can acıtmadan” uygulama becerisi sergileyen AKP, kitlelerdeki inandırıcılığını yitirdikçe finans-kapital açısından da kullanışlı bir enstrüman olmaktan uzaklaşmaya başlamıştı. Ayrıca, “güç zehirlenmesi” içerisinde kendi yandaş sermaye sınıfını yaratmaya soyunan, zaman zaman finans-kapitale kafa tutan bir AKP, önce hizaya sokulmalı, alternatifleri yaratıldığında da artık gözden çıkartılmalıydı.
“Yenilmezlik iksiri” etkisini kaybetti ve işte AKP’nin 2019 yerel seçim yenilgisine adım adım böyle gelindi.
Bu noktada birkaç ara tespit yapalım:
→Faşizmin kurumsallaştırılması sürecine meşruluk kazandıracağı kurgulanan seçim aracı ters tepmiş, meşruluğu sorgulatır hale getirmiştir. Yaşanan tarihsel birikimin ardından 2019 yerel seçimi yeni bir sayfa açacak denli kırılma yaratmış, siyasal İslam artık geri dönüşü çok zor bir çözülme sürecine girmiştir. AKP’yi büyüten gerekçeler, onun tükenişine de kapı aralamıştır. Saray artık giderek “yukarıdan buyuran,” “haksızlık yapan,” “kibirli,” “yakın çevresindeki bir avuç azınlığı zengin eden” bir kimlik olarak görünmeye başlamıştır.
→Burjuva siyaset zemininde alternatif yeni figürler ortaya çıkmış, vurgun gemisini yürütmek için finans-kapital bu “yeni” ve daha kullanışlı enstrümanlara yüzünü dönmüştür.
→Kapitalizmin kriziyle birlikte Cumhuriyet rejiminin krizi de göz önünde tutulduğunda, bu çok yönlü zorlayıcı durumu aşacak ufka sahip olmayan yeni aktörler üzerinden siyasi/ekonomik istikrar ve “normalleşme” sağlanması olanaksızdır. Atılacak adımlar uzun soluklu olmayacak, kaos ve gerilim hali derinleşecektir.
→Son ve konumuz açısından en önemli tespit, çözülme sürecine giren siyasal İslam, sosyalistlerin mayalanacağı yoksul-emekçi mahallelerde bugüne kadar sağladığı düzeydeki etkisini kaybedecektir. Kuşkusuz bu gidişin hızını ve şekillenişini, devrimci hareketin süreçte alacağı pozisyon belirleyecektir.
* * *
Siyasal İslam Büyürken Türkiye Devrimci Hareketi Neler Yaşadı?
87’de canlanan işçi ve öğrenci hareketinden beslenen Türkiye devrimci hareketi, yeniden toparlanıyordu. Fakat adım atıldıkça hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığı gerçeği bilinçlere çarpıp duruyordu. Eski yönelişler, eski sonuçları vermiyordu. Kapitalizmin gelişimiyle sınıflar savaşında yaşanan kapsamlı dönem değişikliğini stratejik yenilenmeyle karşılayamayan devrimci hareket, siyasi etkinliğini kaybediyor, yeni yaşamın dışına itiliyordu. 90’ların başında siyasi iktidarın ülkenin doğusunda/batısında devrimcilere yönelik olarak başlattığı “topyekûn savaş” ve dünyada sosyalist kutbun çöküşü, devrimci hareketi varlık yokluk mücadelesine kadar taşıyacak gidişin katalizörleri olmuştu.
90’ların ortasında Gazi Mahallesi direnişiyle varoşlarda biriken toplumsal öfkenin patlaması ve ardından bu gelişmenin 96 Kadıköy 1 Mayıs’ına yansıması, izlenmesi gereken yeni yol haritasına dair ipuçları verse de devrimci hareket el yordamıyla yürümeye devam ediyordu. Bu süreçte yakalanan kısmi canlanma, 90’ların sonunda yerini yine tıkanıklığa bıraktı. Kendisini hapsolduğu sınırlı sayıda mahalleden öteye taşıyamayan Türkiye devrimci hareketi, kısır döngüden çıkamıyordu.
90’ların sonunda Öcalan’ın yakalanması ve hemen ardından 2000’de gerçekleşen cezaevi operasyonu, zaten siyasi denklemde ağırlık yaratamayan devrimci hareketi, düzeni tehdit seviyesinden daha gerilere itti.
Kolu kanadı kırık, kafası epeyce karışık devrimci hareketin giremediği ya da ancak cılız temaslar kurabildiği yoksul mahalleler, siyasal İslam tarafından adım adım fethediliyordu.
Kesif bir postmodernizm anaforu içerisinde tutunmaya çalışan devrimci hareket, ideolojik/stratejik yenilenmeyi başaramadığı oranda postmodern ideolojinin etkisiyle bozulmaya uğruyordu. 2000’li yıllar devrimci hareket açısından, devrimci kimliğinde postmodern bozulmanın ilerlediği uzun durgunluk ve erime süreci olarak yaşandı.
2011 sonrası Ortadoğu’da bütün dengeleri değiştiren karmaşık gelişmeler içerisinde Kürt hareketinin kendi bileği hakkına açtığı alan ve IŞİD’e karşı savaşta kazanılan destansı başarılar büyük moral yarattı. Rojava’daki sürece dâhil olan devrimci yapılar, gelişen moral ve prestij ortamından beslendi. Uzun ve yorucu durgunluğun ardından yakalanan bu tablo, kimi devrimci yapılarda “yalancı bahar” havası yarattı. Temel meselelerini çözemeyen Türkiye devrimci hareketinin, Kürt hareketinin açtığı alanda sergilediği pratiğin, ülkeye, ülkedeki yoksul halka herhangi bir tercümesi olmadı. Yalancı bahar kısa sürdü; IŞİD sonrası dönemle birlikte Suriye’de başlayan yeni süreç, Türkiye devrimci hareketinin Rojava defterini kapattı.
Gelinen aşamada…
2019 İstanbul 1 Mayıs’ının doğru okunması gerekir. İki olgu yan yanaydı: Bir yanda kitlesellik ve canlılık, diğer yanda sendikalar dâhil tüm örgütlerde daralma. Özellikle devrimci harekette yaşanan daralma görüntüsüyse, negatif gidişin bir eşiği aştığını göstermektedir. Devrimci örgütlerin tamamı, 87’de başlayan toparlanmadan bugüne tarihlerinin en zayıf noktasındadır. Türkiye devrimci hareketi, temel meselelerini aşmaya ve yenilenmeye alt yapı sağlayacak taze güç birikimini büyük ölçüde yitirmiştir.
* * *
Ya Büyük Yenilenme Ya Yok Oluş!
Kapitalizmin küresel düzeydeki -tükeniş ve çürüme işaretleri de veren- krizi ve ülkede siyasal İslam’ın çözülme sürecine girişi, devrimci harekete yeni bir şans sunmuştur. Çok fazla hayalciliğe düşmemek kaydıyla, “bu tarihsel şansın, Türkiye devrimci hareketinin yardımına yetiştiğini” söyleyebiliriz.
Devrimci hareketin içerisinden çıkamadığı gidişatı tersine çevirebilmesi için gerek şart, ideolojik ve stratejik yenilenmedir. Yeter şart ise, bu yenilenmenin pratikte hakkını verecek “yeni ya da yenilenmiş” kadroların öne çıkmasının zorunluluğudur.
“Yeter şart” olarak ifade ettiğimiz nokta önemlidir ve tartışmamızın ana konusudur.
Neden-sonuç diyalektiğinde nedenler ve sonuçlar, dönem değişikliğiyle birlikte -nitelikleri de farklılaşarak- yer değiştirebilir. Bir dönemin sonuçları, sonraki dönemin nedenleri haline gelebilir. Ne demek istiyoruz?
80’den bugüne yaşanan zorlu dönemde devrimci hareketin içerisinde bulunduğu kronik açmazı aşamamasının temel nedeninin ideolojik/stratejik yenilenmenin başarılamaması olduğunu ifade etmiştik. Bu başarılamadığında, devrimci hareketin bünyesi giderek postmodernizmin etkilerine açık hale geliyordu. Devrimci kadro, uzun süre bu etkilere maruz kalarak yaşadı ve şekillendi. Bu uzun dönemde şekillenen kadroda postmodern ideolojinin etkisiyle değişmesi oldukça güç düşünce ve davranış kalıpları gelişti. “Postmodern bozulmaya uğramış kadro tipi,” söz konusu dönemin sonuçlarından bir tanesiydi. Ya da belki de en önemlisiydi…
Yeni bir dönemden söz ediyoruz. Türkiye devrimci hareketinin temel meseleleri aşılmış değil. Bütün bunları aşmak için avantajlı bir politik ortama girdiğimizi söylüyoruz. Fakat şimdi de başka bir şey ayağımıza dolanıyor. Bir dönemin aklı, ruhu, yaşam tarzıyla var olan kadro, yenilenmenin ve yeni dönemi kazanmanın en büyük engeli haline geliyor. Nedenler ve sonuçlar, dönemden döneme böyle yer değiştiriyor.
* * *
Kadro Kimliğindeki Bozulmanın Anatomisi
Devrimci ideolojinin taşıyıcı kolonlarının deformasyonuyla birlikte örgütsel yaşamda “anormalliklerin normalleştiği” ve kanıksandığı günleri yaşıyoruz. Farkındalık yaratma adına, postmodern bozulmanın başlıca yönlerini masaya yatırmaya çalışalım:
→ En ağırı, devrimci kadronun apolitik bir varoluşa sürüklenmesidir. İnsanlığın, 11. Tez aşamasıyla başlayan heyecan verici serüveni, bu serüvenin öncüsü olması gereken devrimci kadronun hayatı değiştirme/dönüştürme rolünü terk etmesiyle tuhaf bir noktaya gelmiştir. “Kaderini kendi ellerine alan insan”ın rol modeli devrimci kadro, ipleri ellerinden bırakmış, yaşamın akıntısında sürüklenmeye başlamıştır.
Stratejik ufka doğru yol alamayan kadro, strateji bilincini yitirmiş, güne, gündelik yaşama teslim olmuştur. Geriye, geleceğe yüzünü dönmeyen bıktırıcı gündelik tekrarlar kalmıştır. Kendini tekrar eden pratiğini anlamlandırma sorunu yaşayan kadro, her yeni tekrara daha düşük bir enerji seviyesinde girişmiş, giderek enerjisini büsbütün yitirmiştir. Bir dönem heyecanla, coşkuyla yapılan işler, yapmış olmak için yapılan ve fırsat buldukça kaçılan sevimsiz yüklere dönüşmüştür.
→ Stratejik hedeflerle gündelik pratik arasındaki –hiç kaybedilmemesi gereken– gerilim ortadan kalkmıştır. Bu gerilim, kadronun da, örgütün de canlı kalışının ve gelişiminin ana mekanizmasıdır. Strateji bilinci yitirildiğinde gerilim ve dolayısıyla gelişim durmuş, canlılığını yitiren bünyede kireçlenme hâkim olmaya başlamıştır. Apolitikleşen ve güne hapsolan kadronun yaşayacağı gerilim de olsa olsa gündelik yaşamın küçük dünyasının psikolojik sorunlarından ibaret kalmıştır.
Devrimci mücadelede çok koşmak, yalnızca çok iş yapmak olarak algılanmış, ne kadar çok iş yapılırsa o kadar iyi devrimcilik yapıldığı düşünülmüş, harcanan emeğin mücadeleye bir arpa boyu yol aldırıp aldırmadığıyla ilgilenilmemiştir. (Zaten çok da koşulmamış, koşuyormuş gibi yapılmıştır…)
Bu durum, devrimci kadronun mutlak sahip olması gereken otokritik bilincini de yok etmiştir. Geliştirici dozda gerilim yüklü olması gereken otokritik, yapılmış olması için yapılan işlerin yanına eklenmiştir.
→ Apolitikleşen kadroların örgütü de politik niteliğini kaybetmiş, sosyal topluluğa dönüşmüştür. Bu başkalaşımla birlikte bütün ölçütler değişmiş, örgüt yaşamında sosyal topluluk kültürü devrimci kimliğin önüne geçmiştir. Organlı/politik ilişkiyi by-pass eden kişisel ilişki ağı, birbirini seven/birbirinden hoşlanmayan, sevdikleriyle daha fazla zaman geçirmenin, çalışmasını buna göre eğip bükmenin derdinde olan kadro yapısı, örgütün normallikleri olarak algılanmaya başlanmıştır. Yoldaşlık ilişkileri, yerini ahbaplığa bırakmış, politik faaliyet ahbapların yan yana gelişinin vesilesi haline gelmiştir.
Örgütün yerinde saymasını zerrece dert edinmeyen, bunun gerilimini taşımayan, devrimci faaliyeti sevdikleriyle hoşça vakit geçirmeye indirgeyen ve gerilim bir yana bu halde gayet mutlu yaşayan kadro tipi, sosyal topluluğa dönüşmenin tipik göstergesidir.
→Apolitikleşen, strateji bilincini -ve inancı- yitiren kadro, düzenle güçlü bağlar kurmaya başlamıştır.
“Düzenle bağ kurmayan kadro özgürleşir; özgür kadro düzenle daha güçlü savaşır” gerçeği, günümüzde artık aşınmış, aşılmış bir nostaljik prensip olarak algılanmaya başlanmıştır.
Sosyal topluluğa dönüşmüş bir örgütün üyesi olan kadro, bu durumun ötesine geçerek örgüt yaşamı dışında da kendisine bir sosyal alan açmış, artık zamanın, enerjinin çoğu bu küçük dünyalara harcanmaya başlanmıştır.
→ Apolitikleşmenin yarattığı sonuçlardan birisi de “kendisini merkeze alan kadro” tipidir. Tüm zamanlarda var olabilen egosantrik kişilikteki kadro, mücadelenin güçlü aktığı dönemlerde bu zaafını geriye itebilmiş, mücadelenin ve dâhil olduğu kolektifin gereklerini öncelemiştir. Postmodern dönemdeyse bu özellik patlama yapmıştır.
Sınıflar savaşının önüne koyduğu örgütsel görevleri kolektifin bir parçası olarak üstlenmek, bu tip kadronun düşünce ve davranışının hareket noktası değildir. Örgüt batıyor olsa da o iyiyse her şey yolundadır ya da o kötüyse örgüt iyi olsa ne olacaktır. Onun için aslolan yine kendisidir. Onun mutluluğu/mutsuzluğu, morali/moralsizliğidir. Onun ortamlarda yarattığı etkidir. Lafı gediğine koyuşu, ötekinin berikinin ağzının payını verişidir.
Statüden hoşlanır; “hak ettiği” statüyü kazanacağı zeminlerde var olmayı tercih eder. Alkışlanmalıdır, sırtı sıvazlanmalıdır, el üstünde tutulmalıdır.
→ Apolitikleşen kadro sahadan çekilir. Artık kendisine “zahmetli” ve “sabır isteyen” işler yerine, “zevk alacağı” ve “mutlu olacağı” işler seçer.
Bu tip kadronun ağırlıkta olduğu örgütün yaşamla bağı kopar, içe kapanır, içe kapandıkça yenilenme olanaklarından daha da uzaklaşır. “Yaşamda sınama” bilimsel ölçütü kaybolduğundan, böylesi bir örgütün artık her dediği doğrudur. Kendi söyler, kendi işitir, halkın yaşamına değmeyen doğrularıyla kendi dünyasında “kapalı devre” yaşar gider.
Devrimci hareketin bugün geldiği noktada bir çarpıcı durumu ifade etmeliyiz: İstanbul’da tüm devrimci örgütlerin sahada çalışan kadro sayısının toplamı, parmakla sayılacak seviyeye gelmiştir.
Devrimci mücadelenin abecesi sayılan bu nitelik yitirilmişse, o devrimci örgütü hangi strateji, hangi taktik plan ileriye taşıyabilir? En doğru strateji, bu stratejinin sahada hakkını verenler yoksa, kâğıt üzerinde kalmaktan öteye ne işe yarayabilir?
→ Yenilenemeyen örgütte, yıpranma, kireçlenme, siyasi yaşlanma ve yorgunluk halleri, örgüt ortamında solunan havanın belirleyeni durumuna gelir.
Bu tablodan, eski ve deneyimli kadroların payına en fazlası düşer. Yeni kadroların, en azından yeniliklerini, tazeliklerini yitirmedikleri süre boyunca yaşamdan öğrenme şansları daha yüksektir.
Önderlik, ön açıcılıktır. Önderliğin varlığı, en fazla olağanüstü süreçlerde hissedilmelidir. Önder kadro, zorlu günlerde zorlukların aşılmasında, yeni bir döneme girerken o yeni döneme örgütü taşıyacak yolların açılışında rolünü oynamalıdır. İçerisine girilen dönemin gerektirdiği politik pozisyon, ilk önce önder kadronun varlığında cisimleşmelidir.
Örgütte önderlik seviyesinde yer alan “yaşlı” ve “yorgun” kadrolar, zamanla ön açıcılıktan ziyade objektif olarak tıkayıcı rol oynamaya başlar. Ön açıcılık misyonu yitirilince, geriye omuzlarda taşınan parlak rütbelerden başka bir şey kalmaz.
→ Devrimci kadro, oynayacağı o “akıl dışı” tarihsel rolün gereği büyük düşünen, büyük yaşayandır. Çürüyen düzenin gündelik yaşamının sıradanlığı, onun için katlanılamaz bir durumdur ve dönüştürülmelidir.
Dönüştürme niteliğini yitiren kadro, o dayanılmaz sıradanlığın içerisinde silikleşir, kaybolur; kendisi de sıradanlığın -varlığı bile fark edilmeyecek hale gelen- bir parçası durumuna gelir. Düzenin rasyonalitesi, beyninde taht kurar.
Düşünceleri, o hapsolduğu küçük dünyasının kişileri ve olayları içerisinde debelenip durur. Olanca sığlığıyla döne döne aynı kişileri, aynı olayları konuşmaktan giderek haz almaya başlar. Sararmaya yüz tutan devrimci politik kimlik yalnızca biçimde kalır; özü, memleketin vasat insanına dönüşmüştür.
* * *
Yenilenme Konusunun Tartışma Başlıkları
Tartışmamızın odaklandığı nokta kadro. 90’ların ilk yıllarında başlayan “tasfiye süreci” tartışmaları, “ideolojik/stratejik yenilenme zorunluluğu” başlığı üzerinden yürütülüyordu. Bu konu orta yerde durmaya devam ediyor. Fakat sözü edilen süreç aşılamadığı oranda etkisini daha da derinleştirmiş durumda. O günlerden bu günlere gelinen aşamada, artık meselenin “kadro” ve “kadronun yenilenmesi zorunluluğu” başlığı üzerinden ele alınması gerekiyor. Zira stratejiyi yenileyecek olan da kadro, yeni stratejinin rotasında dövüşe önderlik edecek olan da yine kadro. Ve kadronun aklı, ruhu, postmodernizmin bozucu etkilerine direnemiyor, başkalaşıma uğramış devrimci kimlik normalleşiyor.
Esas meselemiz olmamakla birlikte, bu tartışmamızda tekrar tekrar değindiğimiz ideolojik/stratejik yenilenme konusunda kısaca bir şeyler söylemeliyiz.
“Devrimci hareketin krizi” başlığı üzerinden tartışma yürütmeye başladığımız yıllardan itibaren Yol Siyasi Dergisi’nin çeşitli sayılarında bu konu birçok boyutuyla kapsamlı olarak ele alındı. Burada bir hatırlatma yapmak amacıyla belli başlı noktalarına değinip geçeceğiz.
Yenilenme için hangi gelişmelerin izi sürülmeli, hangi konu başlıkları tartışılmalıdır? Zamana dayanamayan hangi ezberlerimiz bozulmalı, hangileri günümüze taşınmalıdır?
→ En önemli nokta, kapitalizmin gelişiminin sınıflar savaşı tablosunda yarattığı değişimdir.
Dr. Hikmet Kıvılcımlı, 1930’lu yılların başlarında “tek başına” giriştiği çabayla, “Yol Otokritiği” üzerinden dönemin Türkiye Komünist Partisi’ne “ayakları bu topraklara basan” bir strateji planı kazandırmıştı. Yolu açan bu tarihsel çaba son derece değerlidir.
50’li yıllarda kapitalizmin gelişimindeki sıçrama, kırdan kente büyük bir göç dalgası yaratmış, kentlere akan bu yeni nüfus, 60’lı yıllarla birlikte sınıflar savaşını canlandırmıştır. Mücadelenin çok daha canlı ve kitlesel geliştiği 70’li yıllarda strateji tartışmaları devrimci hareketin gündeminde önemli bir yer tutmuştur. Fakat Türkiye devrimci hareketinin 2. dönemi, önceki dönemin teorik mirasıyla buluşamamış, bu dönemde ortaya çıkan stratejiler 1. dönemin gerisine düşmüştür.
Yazıldığı dönemi bile yakalayamayan stratejilerin, kapitalizmin kapsamlı bir değişim yaşadığı günümüzde devrimci harekete yol aldırma ve içinde bulunduğumuz 3. dönemi kazandırma şansı yoktur.
Yol aldırmayan stratejiler zaten mücadelenin rotası olmaktan çıkmış; yenilenme bir yana, el sürülmemek üzere kutsal kitap gibi odanın yüksek duvarına asılıp bırakılmıştır. Geriye, kendinden menkul bir “güç biriktiriyoruz” avuntusu kalmıştır. “Sıfır seviyesinden bile olsa biriktirilecek gücün, strateji planının aklına, ruhuna göre şekillenmesi gerektiği” unutulmuştur. Stratejisiz pratikte, stratejinin bizleri taşıyacağı gelecek, Kaf Dağı’nın ardına kadar uzaklaşmış, gözden kaybolmuştur.
→ İkinci önemli nokta, yaşanan sosyalizm deneyiminden çıkartılması gereken derslerdir.
90’ların başında sosyalist rejimlerin çöküşünün ardından ortaya konulan “teori büsbütün yanlıştı” ya da “teori doğruydu, uygulayıcılar yanlış uyguladı” tarzı yaklaşımlar, yaşanan deneyimden dersler çıkartmayı sağlayacak bilimsellikten uzaktır.
Sosyal olaylarda toplumsal yaşamın kendisi olağanüstü zenginlikte veriler sunan laboratuvar ortamıdır. Marksizm, böylesi bir aklın yetkinleşmesiyle ortaya çıkmıştır.
Marksizm’in mimarları tarihin ilk işçi iktidarı olan 70 günlük 1871 Paris Komünü deneyimine bu akılla yaklaşmış; Komün dersleri, 1917 Ekim Devrimi zaferini getirmiştir. 70 yıllık sosyalizm deneyimi çok daha zengin bir sosyal hazinedir; sosyalist teoriyi geliştirmek ve ufku tazelemek üzere hakkı verilmelidir.
→ Bir diğer önemli nokta, bu yüzyılın sosyalizm deneyimlerinden açığa çıkan ilk derslerdir.
2000’lerin başlarında Venezuela’da ortaya çıkan ve kendisini “21. yüzyıl sosyalizmi” olarak tanımlayan deneyim, geriye yaklaşık 20 yıllık bir tarih bırakmıştır.
21. yüzyıl sosyalizmi, Venezuela’nın ardından etkisini Amerika Kıtası’ndaki çok sayıda ülkeye yaysa da dünya ölçeğinde ezilenlerin mücadelesinde bir kutup yıldızı niteliği taşıyacak parlaklığa kavuşamamıştır.
Eğrisiyle, doğrusuyla yaşanan ve yaşanmakta olan bu deneyim mutlaka dersleştirilmelidir.
→ İlk İngiltere’de ortaya çıkan, sonrasında Avrupa Kıtası’na yayılan kapitalizm, dünden bugüne olanca dinamizmiyle ayak basmadık coğrafya, girilmedik yaşam alanı bırakmamıştır.
Kapitalizmin manüfaktür döneminin ardından yaşanan sanayi kapitalizmi dönemine “işçi sınıfı mücadelesi” damgasını vurmuştur. Kapitalist üretim ilişkileri derinlemesine ve genişlemesine etkisini büyüttükçe, sömürü ve tahribat alanları da çeşitlenmiştir. Bu durum, işçi sınıfının yanına yeni mücadele dinamiklerini eklemiştir.
Özellikle 1970’li yıllarda Avrupa’da popülerlik kazanan ve hızla Türkiye dâhil geniş bir alana yayılan -kent hakkı hareketlerinden ekoloji hareketlerine, vegan hareketlerinden kadın özgürlük hareketlerine- bu yeni mücadele dinamiklerine nasıl yaklaşılmalıdır?
Söz konusu dinamikler, çıkış koşullarında -büyük ölçüde sınıf mücadelesinin de durgunluğundan kaynaklı olarak- işçi sınıfı hareketiyle bağ kuramamış, kapitalizme karşı bütüncül bir mücadelenin parçası niteliği kazanamamıştır. Dönem, aynı zamanda postmodernizmin hükmünü konuşturmaya başladığı “kimlik mücadeleleri” dönemidir. Kapitalizmin canını acıtmayan, hatta zamanla kapitalizm tarafından fonlanan bu hareketler, postmodern ideolojinin etki alanında şekillenmiştir. Devrimci hareketler, yeni mücadele dinamikleriyle etkileşimde bulunamamış, postmodernizm tarafından lekelenen bu hareketlere mesafeli durmuştur.
Kapitalizmin tahribatı yeni boyutlar kazandıkça, bir dönem postmodern dünyanın “kültürel zenginliği” olarak kapitalizmin vitrinlerinde yer bulan bu hareketlerde, kapitalizme karşı konumlanma potansiyeli giderek güçlenmektedir.
Postmodern dönemden çıkışın işaretlerinin güçlendiği günümüzde, yeni mücadele dinamikleriyle devrimci hareketin bağ kurabileceği zemin gelişmektedir. Birbirlerine uzak duranların ilk temasları ve etkileşimleri başlamıştır. Bu etkileşim aynı zamanda, yaşamdan öğrenme niyetini/niteliğini kaybetmeyenler için karşılıklı bir öğrenme sürecidir. Giderek güçlenen sosyalist-feminist hareketin yanı sıra sosyalist ekoloji hareketi ve henüz gençlik içerisinde ilk ipuçlarını veren sosyalist vegan hareketi, bu etkileşimin değerli kazanımlarıdır.
Günümüzde artık “bu hareketlere nasıl yaklaşılacağı” sorusuna sistematik bir yanıt üretilmeli, sosyalist teori bu yanıtları içerecek şekilde yetkinleştirilmelidir. Yanıt arayışının hareket noktası, “yeni mücadele dinamikleriyle sınıf hareketinin bağını kurma, kapitalizme karşı bütüncül bir mücadelenin parçası kılma” anlayışı olmalıdır.
→ Dünya ve Türkiye mücadele tarihi, zaferleriyle ve yenilgileriyle, başarılarıyla ve başarısızlıklarıyla tekrar masaya yatırılmayı beklemektedir.
Tarih, hangi açıdan bakıldığına bağlı olarak, her farklı bakışta geleceğe dönük yeni ipuçları sunacak zenginliği içerisinde barındırır. Bu zenginlik şimdi, “yenilenme” anlayışıyla ve yeni bilgilerimizin gücüyle bir kez daha ele alınmalıdır.
→ Son olarak, yine dünyada ve Türkiye’de gelişen güncel mücadele deneyimleri, yeninin filizlerini yakalamak üzere dikkatle incelenmelidir.
Arjantin’in işsiz işçiler hareketinden, Brezilya’nın topraksız köylüler hareketine, Türkiye’nin Gezi’sinden, Fransa’nın sarı yeleklilerine, Kolombiya’dan Rojava’ya tüm kıtalarda -eskiye benzeyen ve hiç benzemeyen yönleriyle- son derece zengin mücadele deneyimleri birikmektedir.
Bu uzun parantezi kapatalım ve tartışmamızın ana meselesine dönüp konuyu bağlayalım.
* * *
Ana Halka: “Kadroda Devrim!”
İdeolojik/stratejik yenilenme zorunluluğundan, bu yükü taşıyacak kadronun önce kendisini yenilemesi zorunluluğuna gerilediğimizi ifade ettik. “Yenilenme” kavramı, meseleyi ortaya koymak açısından yetersiz kalıyor. Postmodern bozulma o denli derin ki artık kadroda bir “devrim” gerekiyor.
Yüksek dozda iç gerilim, amansız, acımasız iç hesaplaşma ve nihayet köklü bir kadrosal/örgütsel dönüşüm; bütün bunlar ilk elden atılması gereken adımlar. Sürüklenme halindeki kadronun, kendine dönmesi, kendisine dışarıdan bakabilmesinin sağlanması şart. Devrimci örgüt, kendisini eritip bitiren süreci tersine çevirmeyi başaramıyor; kadronun kendi sürecini tersine çevirmeyi başarması gerekiyor.
Devrimci kadroyu içinde bulunduğu durumdan çıkartacak bir kurtarıcı, doğru yolu gösterecek bir yüksek akıl yok. Kadro, kendi aklını yükseltmek zorunda. Elbette bireysel değil, kolektif çabayla…
Hayatı değiştirme/dönüştürme niteliğini uzun zamandır yitiren ve tarihsel rolünü terk eden devrimci kadro, kendisinde bu köklü değişimi nasıl başaracak? Başarmak zorunda!
Tartışmamızın ilk bölümünde, kapitalizmin yeni döneminin yeni bir evreye girdiğine işaret ettik. Küresel ölçekte kapitalizmin başı büyük belada; çok boyutlu kriz aşılamıyor, neoliberal model çökmüş durumda. Uluslararası finans-kapitalin zirvelerinde kapitalizmin yarattığı ve sistemin -hatta tüm canlı hayatın da- sonunu getirebilecek riskler tartışılıyor; tartışmalardan çözüm çıkmıyor.
Türkiye’de bununla birlikte ve bağlantılı olarak “rejim krizi” yanıt bulmuş değil; uzun iktidar döneminin ardından siyasal İslam çözümsüzlüğün zoruyla çözülme sürecine girmiş durumda. Sonrası, yine istikrarsızlık, yine gerilim, yine kaos…
“Çivisi çıkmış dünya ve Türkiye” gerçeği, devrimciler açısından büyük avantaj. Kapitalizmin ve neoliberalizmin ana vatanı ABD’de yapılan kamuoyu araştırmasında, genç nüfusun yarısı yaşamını sosyalist bir ülkede sürdürmek istediğini söylüyor. Yine bir kapitalist dev Almanya’da Sosyal Demokrat Parti (SPD) gençlik örgütü Genç Sosyalistler’in Başkanı’nın “büyük sanayi kuruluşlarının ve emlak tekellerinin ellerindeki konutların kamulaştırılması” çağrısı büyük tartışma yaratıyor. Türkiye’de de muhafazakâr İslamcı kimlikteki ailelerin gençlerinin sosyalistlerle kurduğu bağ, dikkat çekici bir noktaya geliyor. Bütün bunlar, derinliği olmayan gel geç gelişmeler midir? Yoksa bugünü cehenneme çevrilen, geleceği karartılan büyük insanlığın doğal arayışları mıdır?
Öğrendiğimiz bir doğru var; en büyük avantajlar bile kendiliğinden dertlerimizin dermanı olmayacak. Ne yapacaksak, kendi gücümüze yaslanarak yapacağız. Önce -avantajlı siyasi iklimden de faydalanarak- kadroda/örgütte köklü yenilenmeyi başaracağız ve hemen ardından yeni yol haritamızda yol almaya başlayarak püskürtüldüğümüz alanları yeniden kazanacağız. Bu yürüyüşümüzü, yeniyi yaşamdan öğrenme algı açıklığı ve kesintisiz bir öğrenme/yenilenme anlayışıyla sürdüreceğiz.
İnsanlık, dünyada ve Türkiye’de postmodernizm anormalliğinden normale dönüşün ilk işaretlerini veriyor. Devrimci hareketin de normale dönmesi ve tarihsel rolüne soyunması gerekiyor. Eskiyi aşacak taptaze mücadele kuşağı, umudumuzu da tazeliyor.