Tek Reçete Borçlanma – M. Sinan Mert
Erdoğan’ın saç baş yolduran “anti-kapitalizm” vurgulu son açıklamalarını da özellikle ezilenlerin kriz koşullarında zenginliğin meşruiyetini çok daha fazla sorgulama ruh hali içine girmesi ile bağlantılı olduğunu görmemiz gerekir.
Türkiye’de 2018 yılı itibariyle çıkmaza girerek çok yönlü bir ekonomik krize yol açan birikim rejiminin en temel niteliği alt ve orta sınıfların sürekli ve sürdürülebilir oranlarda borçlanmasını mümkün kılarak iç talebin canlı tutulmasıydı. 2008 sonrasında FED’in ve Avrupa Merkez Bankası’nın, Japon carry-trade bağımlılarının başta Türkiye olmak üzere genelde tüm “emerging markets”(yükselen piyasalar)’a doğru muslukları açması bu birikim rejimini mümkün kılmaktaydı.
Dışarıdan akan parayla ülkeyi dünyanın en büyük ekonomileri arasına sokma temelsiz hayalleri para akışının kesilmesi ve yavaşlaması sonrasında ise “ekonomik saldırı” teranelerine dönüştü. Ancak Türkiye’ye ucuz dış kaynak girişi büyük oranda kesildi. Para bulunsa da maliyetler çok yükseldi. Avrupa’nın bazı Merkez Bankaları politika faizini negatifte tutarken Damat Berat %7.5 euro bazlı bonolara büyük dış talep olması ile övünüyor. “Seçimler siyasi faaliyet değilse” buna sevinilmesine de şaşırılacak bir durum yok.
Saray rejimi var olan gerçeği kabul ederek yeni bir birikim rejimi üzerine çalışmak yerine eskiyi sürdürmekte ısrarlı. Ancak dış kaynak kesildiği için bu sefer kaynak temini konusunda devletin çok daha aktif rol alması gerekiyor. Bu aşamada ise devlet bankaları sürece aktif bir şekilde dâhil ediliyor. Satılamayan konut stokunun eritilmesi için devlet bankaları piyasa fiyatının yarısına konut kredisi temin etmeye zorlanıyor. Kredi kartı borçlarının kabarması yüzünden tüketim seviyesini sürdürmekte zorlanan alt ve orta sınıflara yine Ziraat Bankası üzerinden borç yapılandırma kredisi sağlanıyor. TV alımlarında 3’e indirilmiş taksit sayısı yeniden 9’a çıkarılıyor. Devletin bankaları üzerinden iç talebi yükseltme operasyonu, öncelikle şirketlerin sorunu olan borçluluğu giderek kamu maliyesinin de temel sorunlarında biri haline getirmeye başlıyor.
Erdoğan, alt sınıfların borçlanabilme ile yaşadığı refah duygusunun iktidarının en önemli kaldıraçlarından birisi olduğunun farkında, iç talebin yükselmesi hem alt sınıfların tüketebilmeye devam etmesine hem de ihracata çalışamayan sanayinin de çarklarının biraz daha hızlı dönmesine sebep olabilir mi? Saray’ın beklentisinin bu yönde olduğu açık. Ümit Akçay düzenlemenin borçluluk sorununu çözmek için değil daha da derinleştirmek için hazırlandığını vurgularken çok haklı.
Saray rejimi, krizin maliyetlerinin alt sınıflara yıkıldığı izleniminin oluşmasını engellemek için azami çaba sarf ediyor. Erdoğan’ın saç baş yolduran “anti-kapitalizm” vurgulu son açıklamalarını da özellikle ezilenlerin kriz koşullarında zenginliğin meşruiyetini çok daha fazla sorgulama ruh hali içine girmesi ile bağlantılı olduğunu görmemiz gerekir. Ekonomide gerçek bir sol muhalefetin söylem düzeyinde dahi yaratılamamış olması Erdoğan’a kendi söyleminin sınırlarını genişletme olanağı sağlıyor. Gerçek bir sol muhalefet, yoksulların elektrik giderlerinin 80 liraya kadar karşılanmasına bütçeye yük getireceği gerekçesiyle karşı çıkmaz. Tam tersine tüm kamusal hizmetlerin ödenen vergiler karşılığında belli bir oranda ücretsiz olarak sağlanmasını savunur. Gerçek anlamda vatandaşlık, her yurttaşın temel ihtiyaçlarının karşılanmasının kamunun güvencesi altında olmasını gerektirir. Evine bağlanmış doğalgazı fatura korkusuyla soğukta yakamayan işçi aslında bu anlamda vatandaşlıktan ilga edilmiş demektir. Yine aynı şekilde halkın daha fazla borçlandırılarak tüketmeye teşvik edilmesi halkı borç batağından kurtarmayacaktır. Oysa yıllardır birikmiş gelir ve servet adaletsizliğinin radikal vergi politikaları ile düzeltilmesi halkta fiktif değil gerçek bir refah artışı yaratabilmenin yegane yoludur. “Yoksulun elektrik faturasını ben neden ödüyorum?” diye soran orta sınıf tepkisi, ezilenleri Saray rejiminin kanatları altına iter. Doğru soru “ bu kadar vergi ödememize rağmen temel ihtiyaçlarımız neden kamusal olarak karşılanamıyor?” olmalıdır. Torbanın paralı hale gelmesi birçok konudan çok daha fazla tepki üretiyor. Oysa elektriğin, suyun, doğalgazın, ulaşımın, barınmanın paralı olması torbanın paralı olmasından çok daha saçma değil mi? İnsanların ısıtamadıkları evlerinde ailecek hastalanmalarını sömürü sistemiyle değil de “grip salgını” ile açıklamak ne kadar gerçekçi?
Kriz koşullarında gelir ve servetlerin radikal bir biçimde paylaşılmasını çok daha meşru bir zemine oturtabiliriz. Bunu yaparken ise hem AKP tarzı “Kadıköy’deki kaymak tabakası” aç gözlü saldırganlığından hem de tuzu kuru “bütçeye yük olma” edebiyatından farklı, tüm ezilenlerin ekonomi ve kaynaklar üzerindeki denetim ve etkinliğini öne çıkarmayı demokrasinin krizinin en etkin çaresi olarak gösterecek bir yol bulmayı da başarmalıyız.