21. yüzyıl sosyalizminde Kıvılcımlı’ya yer var mı?

21. yüzyıl sosyalizmi, faşizme ve emperyalist gericiliğe karşı bir uyanışın adı olacaksa devleti kutsayan, halkın öz örgütlenmelerini süs ya da detay olarak gören, devletin sönümlenmesinin Marksist sorunsalın ana gündemlerinden birisi olduğunu unutturmaya çalışan bir yaklaşım 20. yüzyıl sosyalizminin eksikliklerinin gereksiz bir tekrarını yegâne seçenek olarak gören bir anakronizm olarak kalacaktır.

Bir geç Osmanlı aydını olarak da düşünülebilecek Hikmet Kıvılcımlı’nın 21. yüzyıl sosyalizmine açılan bir kapı olarak okunması ne kadar mümkündür?

Bu soruyu cevaplayabilmek için aslında 21. yüzyılın ilk çeyreği tamamlanırken 21. yüzyıl sosyalizmi kavramını öne çıkartmanın anlamı üzerine konuşmalıyız.

Hegel diyalektiğinin en önemli kavramı hiç kuşku yok ki “Aufhebung”dur. “Aşarak kapsama” olarak çevrilebilecek bu kavram, Hegel diyalektiğinde tez-antitez-sentez dinamiğinin işleme biçimiyle ilgili önemli bir noktanın altını çizer. İç çelişkilerinden dolayı tarihsel olarak aşılamayacak hiçbir varlık yoktur ancak aşılan varlık bütünüyle yok olmaz, yeni aşamanın/varlığın/sürecin içerisinde öğeleriyle birlikte var olmaya devam eder, ancak bu öğelerin bir kısmı dönüşür, bir kısmı da bütün içerisinde başka fonksiyonları yerine getirmeye başlar. Ancak sentez, tezin birçok öğesini korumaya devam eder. Ancak bu farklılaşmış olduğu gerçeğini de ortadan kaldırmaz. Parçalardaki benzerlikler bütündeki dönüşümü örtemez.

21. yüzyıl sosyalizmi iddiası 20. yüzyıl sosyalizminin kapsanarak aşılması iradesini ortaya koyar. Bugünlerde oldukça revaçta olduğu gibi reel sosyalizmi bütün kötülüklerin anası olarak yerin dibine batırmak bir yana onu insanlığın ileriye doğru bir büyük sıçraması olarak görür ve tüm hatalarına rağmen sahiplenir. Ancak bunu yaparken onun çöküşüne yol açan kendi iç çelişkilerini ve zaaflarını büyük bir ciddiyetle ele alır. 20. yüzyıl sosyalizmi deneyimiyle hak ettiği ölçüde ciddiyetle hesaplaşır ve bu hesaplaşmadan onu aşarak yeniden inşa etme iradesi üretmeyi hedefler. Bu anlamıyla 20. yüzyıl sosyalizmiyle tam da olması gerektiği gibi ilk bakışta çelişkili bir ilişki kurar. Bu çelişkinin yaratacağı üretkenliğe güvenir. Mutlak bir lanetlemenin ya da mutlak bir sahiplenmenin deli gömleğini giymez.

20. yüzyıl sosyalizminin önümüze koyduğu temel sorular devrim, iktidar, sosyalist ekonomi ve sosyalist demokrasi eksenlerinde yoğunlaşmaktadır. 21. yüzyıl sosyalizmi bu sorulara güçlü yanıtlar üretebildiği oranda bir geleceğe sahip olabilecektir.

Sosyalist devrimlerin kapitalist ilişkilerin yoğun biçimde olgunlaştığı ülkelerde değil de geçmiş üretim tarzlarının varlığını güçlü bir biçimde hissettirdiği, üretim biçimlerinin eklemlenme biçimlerinin muazzam sosyal altüst oluşları tetiklediği gerçeği ortada dururken kapitalizmin giderek en küçük sosyal zerrenin dahi içine sızdığı koşullarda devrimin inşası sorunu ağırlığını ortaya koyuyor. Artık Gramsci’nin tabiriyle “kapitale karşı bir devrim” pek de mümkün değil. Bu sorun karşısında geleneksel ve antika yaklaşımların mana üretmekte zorlandığı koşullarda devrimin tarihsel gerekçesini ortadan kaldırmaya yönelik de ciddi bir ideolojik zorlama altında olunduğu muhakkak. 21. yüzyıl sosyalizmi kapitalizmin yarattığı yıkıcı sorunlardan yola çıkarak “bir avuç” olma karakteri giderek belirgin hâle gelen egemen sınıflar karşısında ezilenlerin çokluğunu ve çeşitliliğini göz önünde bulunduran bir devrim stratejini ikna edici bir biçimde ortaya koymakla mükellef. “Sosyal olanı çözmeye” yoğunlaşan bir ideolojik iklimde devrimi birleşme vesilesi hâline getirecek bir programın ihtiyacındayız. Çözülen sosyalliklere karşı faşizan ya da kimlikçi yeni sosyallik eksenleri şu anda daha güçlü seçenekler oluşturuyormuş gibi görünse de sınıfsal olanın kimlik inşasında temel öge olarak öne çıktığı birçok umut verici deneyim de mevcut. New York belediye başkanlığı seçimlerine damga vuran güncel tartışmayı bu karmaşık özneleşme prosesi açısından özgün ve güncel bir örnek olarak düşünebiliriz.

1990’ların yarattığı ilk şokun etkisiyle yenilginin sebebini iktidarın varlığında arayan bir anarşist geri tepme oluşmuştu. Ancak iktidar olmadan dünyayı değiştirme hayallerinin yıkımdan başka bir sonuç yaratmadığı, bu yaklaşımın orta sınıf sosyalist aydınların geçici bir eğlencesi olduğu artık açıkça anlaşılabiliyor. 21. yüzyılda da devrimin ve sosyalist dönüşümün temel gündemi iktidar olmaya devam ediyor. Bu konuda sosyal forumculuğun yarattığı zihinsel tahribatın aşıldığını düşünebiliriz. Kürt hareketinin yürüttüğü tartışmalar bu tezimizi yalanlasa da oradaki temel kaygının son kertede istikrarını kaybetmeyen merkezî devletler karşısında yürütülen mücadelenin yerel özerkliği kurumsallaştırarak bir kazanımla sonuçlandırılması kaygısının başat olduğunu unutmamak gerekiyor. Kürt hareketi kendi özgün koşul ve ihtiyaçlarına uygun bir teori geliştirme çabasında haklı olsa da bunun tüm ezilenlerin ihtiyaçlarına çözüm getiren evrensel bir program olarak sunulması teorik olarak katı bir biçimde itiraz edilmesi gereken bir yaklaşım ortaya çıkarıyor. Sermaye tahakkümü karşısında insanca bir yaşam için işçi sınıfının iktidarına ekmek ve su kadar ihtiyacımız var.

Özellikle oluşan boşluğun faşist hareketler tarafından doldurulmasının yarattığı uyanma hâli bu aşmanın kitlesel bir karakter kazanmasını kolaylaştıracak boyutlar içeriyor. Finans kapitalin tahakkümüne karşı iktidar olmadan kalıcı dönüşümler elde etmenin mümkün olmadığı ortada ancak bu gerçek devletin sosyalistler tarafından kutsanmasını, işçi sınıfının denetiminden mutlak biçimde kaçma kapasitesi geliştiren bir devletin el üstünde tutulmasını gerektirmez. 21. yüzyıl faşizmine karşı güçlendireceğimiz 21. yüzyıl sosyalizminin halka demokrasi konusunda önemli bir taahhütte bulunabilmesi bir zorunluluk. Halka özgürlük vaat etmeyen bir eşitlik çağrısı hegemonik bir güç hâline gelemez ve faşist/gerici muadilleri tarafından yedeklenmekten kurtulamaz. 21. yüzyıl sosyalizmi, faşizme ve emperyalist gericiliğe karşı bir uyanışın adı olacaksa devleti kutsayan, halkın öz örgütlenmelerini süs ya da detay olarak gören, devletin sönümlenmesinin Marksist sorunsalın ana gündemlerinden birisi olduğunu unutturmaya çalışan bir yaklaşım 20. yüzyıl sosyalizminin eksikliklerinin gereksiz bir tekrarını yegâne seçenek olarak gören bir anakronizm olarak kalacaktır.

Sosyalizmin özel mülkiyetin giderek ilgasıyla halkın gündelik ihtiyaçlarının güvenceli bir biçimde karşılanması ve emperyalist zorbalığın varlığını sürdürdüğü bir dünyada kaçınılmaz bir zorunluluk olarak görülmesi gereken sosyalist kalkınma ihtiyaçlarını dengelemesi önemli bir mecburiyet. 21. yüzyıl sosyalizmi finans kapitali sosyopolitik olarak yok ettikten sonra üretici güçlerin gelişimini felç etmeyecek bir ölçekte piyasaları yöneterek kullanabilir, üretim araçlarının özel mülkiyetine küçük ve orta ölçekte alan bırakabilir. Merkezî planlama, ekonominin finansman, dış ticaret, araştırma-geliştirme gibi alanlarında mutlak hakimken halkın gündelik ihtiyaçlarının karşılanmasının mikro evreninde boyundan büyük işlere kalkışmaz, üretim süreçlerini regüle etmekle yetinebilir. Çin’de yaşanan üretici güçlerin çok yönlü gelişimi hiç kuşku yok ki mutlak biçimde idealize edilmemek durumunda olsa da önemli dersler yarattı. Sosyalistlerin bu gelişmeye gözlerini kapatma lüksleri olamaz. Ancak işçi sınıfının öz örgütlerinin varlık gösteremediği, devleti dengeleme kapasitesinin kurumsal bir yapıya kavuşamadığı, bürokratik mekanizmanın tek söz sahibi olduğu bir siyasi rejimin de sosyalizm olarak kutsanması da 21. yüzyıl sosyalizminin çerçevesine uygun olamaz. Emperyalist tahakküm karşısında çok kutupluluğun güçlenmesi muazzam önemde ve emperyalist sistem karşısında devrimci arayışların göreli özerkliğini artıran bir gelişme olsa da henüz işçi sınıfının ve ezilenlerin kutbunun inşa edilmemiş olduğu gerçeği de unutulmamalıdır. Bu önceliğin fark edilmesini zorlaştıracak bir üslup da 21. yüzyıl sosyalizmi çerçevesine uyum sağlamaz.

Bugün emperyalist namluların çevrildiği ve tüm dünya emekçilerinin savunmasına katkı sunması gereken Venezuela, 21. yüzyıl sosyalizmini bayraklaştıran Chavez’in anısını zorlanarak da olsa yaşatmaya çalışıyor. Ancak 21. yüzyıl sosyalizmi projesi basitçe Latin Amerika’da yaşanan deneyimin sınırlarına hapsedilemez ya da onun bir tür takip projesi olarak sunulamaz. 21. yüzyıl sosyalizmi Asya’dan Amerika’ya, Avrupa’dan Afrika’ya, Ortadoğu’da neoliberalizmin, siyasal İslam’ın, 21. yüzyıl faşizminin el birliğiyle yıkıma götürdüğü bir dünyada tüm emekçilerin umudunun adıdır. Bu mücadele her ülkede doğal olarak kendi özgünlüklerinden beslenerek, kendi ihtiyaç ve koşulları çerçevesinde gelişecektir.

Bu çerçeveden bakılınca Kıvılcımlı her ne kadar geç Osmanlı’nın, 20. yüzyıl devrimlerinin yaratısı bir devrimci olsa da mücadelesinde ve topyekûn eserinde 21. yüzyıl sosyalizmi mücadelesinin geliştirilmesinde katkı sunacak bir içerik ürettiği hızlıca fark edilecektir. Kıvılcımlı’nın TKP bürokratizminden 1950’lerden itibaren kopmuş olması bu zemini daha da güçlendirmiştir. Kıvılcımlı’nın bir kampın ya da ezberin değil sadece sosyalist kurtuluşun davasına sarılmış olması bugün geleceğe en fazla taşıyan yönüdür. 1960’larda yürüttüğü tartışmalarda devrim meselesinin özünün esas olarak iktidar meselesi olduğunu sürekli vurgulaması dikkat çekicidir.

Devrimci öznenin işçi sınıfı merkezli olmasına rağmen çoklu karakterini çok erkenden fark etmiş olması, Kürtlerden kadınlara, gençlerden Alevilere, ordu gençliğine çok yönlü taktiklerle yaklaşmasını ve bunların tümündeki devrimci enerjiyi işçi sınıfının örgütlenmesi için seferber etme kararlılığını ortaya koymuştur. Kimlikleri sınıfsallığından yalıtmadan sahiplenen ve kimliklerin mücadeleye kazanılmasını sınıfsal zemini tarumar etmeden başarmaya çalışan yaklaşımı bugünün mücadelesine çok katkı sunacak bir içeriktedir.   

Kıvılcımlı’nın insanı ve özgürlüğü bir üretici güç olarak gören yaklaşımı da hayati önemdedir. Barbarlık övgüsü, barbarların eşitlikçi ve özgürlükçü yapılarına olan duygusal bağlılığı, devletleşmenin ve komünün çözülmesinin yarattığı tahribatın telafisini sosyal devrimde arama kaygısı onun tarih tezinin en önemli boyutlarından birisidir. Barbarlar kolektif aksiyon yeteneklerini ayakta tutan özgürlük tutkularıyla aslında sınıfsız ve devletsiz insan ilişkilerinin olası geleceğine de tutulan aynalardır. 21. yüzyıl sosyalizminin Latin Amerika’da ön plana çıkmasında yerli halklar sosyalizminin tarihsel devrimci bir güç olarak oynadığı rol sadece Mariatégui’ye değil Kıvılcımlı ‘ya da selam çakmaktadır.

Tabii ki İslamcıların tüm modern keşiflerin aslında Kuran’da öngörüldüğüne dair hurafelerinin bir benzerini Kıvılcımlı için de üretmeye gerek yok. Bu en başta onun tiksineceği bir tutum olurdu, mükemmel olanın ölü olduğuna inanan kendisiydi, en acımasız eleştirilerin karşısında kaleminin kılıca dönüştüğü anlar olsa da genelde bunlardan hep mutluluk duydu, kendisini esas sinirlendiren açık eleştiriler değil arka kapı dedikodularıyla beslenen susuş kumkumasıydı. Firavunlaşmanın canlı canlı mezara girmek anlamına geldiğini çok iyi bilirdi. Bu anlamıyla onu putlaştıranların da Kıvılcımlı’dan pek bir şey anlamadıkları, bayram şiirini ezberleyerek coşkuyla okuyan ezberci talebelerden öteye geçemedikleri açıktır.

Ancak şurası açık ki Kıvılcımlı yaşamı, mücadelesi ve eserinin barındırdığı muazzam zenginlik ve kimi çelişkilerle bugünün arayışlarının en büyük güç kaynaklarından biridir. Geleneksel komünist hattan asla tam olarak kopmasa da onun fanatik bir müridi olmamasının ödülünü kendisi gibi diğer araftaki komünistlerin çoğu gibi geleceğe intikal etmeyi başararak almış oluyor.