Kazağın bende saklı
Bahar Ekinci yazdı: Bunca zaman Nurhan’ın hatıra bıraktığı kazağı sakladım, saklayacağım da, sadece arkadaşlığımızın bir hatırası olarak değil. Önyargılı bir Türk’le, çektiği acılara rağmen bir Türk’le yakın arkadaş olabilen bir Kürt’ün bu coğrafyanın kaderine dair anlattıkları nedeniyle…

90’lı yılların başı. Devlet devrimcilere göz açtırmıyor, hele Kürt Hareketi ile bir seviyede ilişkili olanlara…
Şimdilerde enternasyolist sol daha güçlü olsa da o dönemde Kürt sorununda “sömürge” tespiti yapanların sayısı çok az. Bu konuda en başta Kıvılcımlı geleneği geliyor. “Ulus bile değil ki ulusların kendi kaderini tayin hakkını tanıyalım” diyenler, “ilhak” tespiti yapanlar bir tarafta Kürt Hareketini milliyetçi görenler bir tarafta… Her zamanki gibi enternasyonalistlerin işi çok zor.
Devrimcilerin tepeden tırnağa mücadeleyi kuşanması, tüm hayatını mücadeleye göre organize etmesi, gözaltında kayıpların olduğu, devrimci mücadelenin her alanıyla etkin olduğu bir dönemde ölüme erken yaşta hazır olması gerektiği bir dönemdi.
Üniversitelerde devrimci örgütler günümüze kıyasla daha etkiliydi. Üniversiteyi bitireceğim sene örgütlenmeye karar verdim. Beni bekleyen düzenin sunduğu tek düze hayatı anlamsız bulup, sadece “iyi” olarak hiçbir şeyi değiştiremeyeceğime, bir kadın-bir emekçi olarak yaşadığım çelişkileri ancak bir kolektifin içinde mücadeleyle çözebileceğime inanarak… Ama hangi örgütle?
Kadın sorununa bakışı çok önemliydi, mücadele çizgisi, örgüt yapısındaki işleyiş. Yanı sıra Kürt sorununa bakış…
Vicdanlı, sol kültürle yetişmiş bir Türk olarak Kürt sorununun varlığını görüyordum ama Kürt Hareketi konusunda kafam karışıktı. Milliyetçi oldukları, savaşırken sivillerin ölümüne neden oldukları söylemleri beni de etkilemişti.
Ciddi bir eğitim süreci, Lenin ve Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın ilgili eserleri ve yoğun tartışmalar kafamı epey açmıştı. Hatta arkadaşların bana verdiği ilk önemli görev “Kürdistan’a Gitme Kardeş Kanı Dökme!” kampanyası kapsamında bir forumda konuşmaktı.
Ancak Kürt sorununu, Kürt halkının nasıl yaşadığını, ne hissettiği daha derinden anlamamı sağlayan Nurhan’dı. Enternasyonalist sosyalist bir örgüt olarak Kürt Hareketinin gençlik yapılarıyla üniversitede hep yakın temas içinde oluyorduk. Bulunduğumuz üniversite Türkiye’nin en iyi üniversitelerindendir. Nurhan Dersimliydi, Dersim’in bir köyünden gelip böyle bir üniversitede okumak “ayrıcalıktı”, “geleceği garantiydi”. Ama onun tek bir hedefi vardı, saflara katılmak. Yurtsever gençliğin üniversitelerdeki faaliyeti o dönem katılımı sağlamak üzerineydi.
Biz kısa zamanda Nurhan’la arkadaş olduk. Politik tartışmaların yanı sıra yaşadığımız çelişkileri, çocukluğumuzu, aile ve toplum yapılarımızı birbirimize anlatırdık. O Dersim’in bir köyünde büyümüştü, en büyük çelişkisi bir Kürt olarak yok sayılması, anadilini konuşamaması, sömürgeciliğin ve savaşın açığa çıkardığı yoksulluktu. Bir gün bana “Ben Türkleri sevmiyorum.” demişti. Benim üzüldüğümü görünce “ama seni seviyorum sen farklısın” diye gönlümü almıştı. “Bizim köyümüze Türk askerleri üzerlerinde Türk bayrağı armalı üniformalarla gelip bize eziyet, işkence ederlerdi, bazen sadece nenelerimiz Türkçe konuşamıyor diye. Ben nasıl seveyim Türkleri? Ama örgütlenince anlamaya başladım Türklerin hepsi aynı değilmiş.”
Ben de ona Türklerin Kürt Hareketini nasıl gördüğünü, sivilleri öldüren bir örgüt olarak anlatıldığını, asıl sorunun kaynağını görmeyenlerin anlamayanların bu manipülasyonlara inandığını anlatırdım kendimden de örnek vererek.
Bir gün dedi ki “Haydi Beşiktaş’a gidelim” “Ne yapacağız?” demeye kalmadan kendimizi otobüs durağında bulduk. O yıllarda Beşiktaş’ta şimdi motor iskelelerinin olduğu yerlerin bir kısmı boştu ve denize yerleştirilen balonlara ateş edilen noktalar vardı. “Gel” dedi, “Balon vuralım biraz”. Benim içime bir ateş düştü ama belli etmeden “Tamam” dedim. Nasıl olduysa ben balonları çoğunu vurdum, o 1 tane vurabildi. “Ben ne yapacağım şimdi” diye üzüldü, “Beceriksizim, görüyorsun değil mi” dedi. Ben de “Üzülme, tüfek bozuktur” falan diyerek toparlamaya çalıştım ama ayrılığımızın yaklaştığını anladım.
Birkaç hafta sonra “Hırkan ne güzelmiş, bana verir misin?” dedi. Hırkam açık çimen yeşiliydi, bir özelliği yoktu ama değişik düğmeleri sayesinde “havalı” duruyordu. Nurhan böyle kıyafetleri sevmezdi, zaten böyle şeyler hiç istemezdi. Demek ayrılık vakti gelmişti. Arkadaşlar yolculuk ederken dikkat çekmemek için biraz “düzgün” giyinirlerdi. Yolculuk için istiyordu Nurhan hırkayı, anladım ama hiçbir şey soramadım. “Yıkayıp getireyim vakit var mı” diyebildim sadece. “İki güne verirsen güzel olur” dedi. İki gün sonra buluştuk. Ben hırkayı verdim o da bana yeşil gerilla kazağı getirmişti. “Bu benden sana hatıra kalsın” dedi. Hiçbir şey söyleyemedim, sadece sarıldık ve ayrıldık.
Epey bir süre haber alamadım Nurhan’dan. Sorulmazdı… Daha sonra aynı üniversiteden yurtsever gençlerden birinin itirafçı oluğunu öğrendik. Nurhan’ın birlikte hareket ettiği ekibi ihbar etmiş, Nurhan ve arkadaşları buluşma noktasına varamadan şehit düşmüşler. Çok üzüldüm en çok da yapmak istedikleri yarım kaldığı için.
O zamandan bu zamana çok şey değişti. 30 yıldan fazla zaman geçti. Mücadele farklı seyirler izledi ama bu toprakların kadim sorunu olan Kürt sorunu hep ilk gündemlerden, Kürt sorununa bakış da Türkiyeli devrimciler için turnusol oldu. En bulanık dönemlerde -şimdi olduğu gibi- sağlam bir bakış açısı ve duruş gerekti.
Bunca zaman Nurhan’ın hatıra bıraktığı kazağı sakladım, saklayacağım da, sadece arkadaşlığımızın bir hatırası olarak değil. Önyargılı bir Türk’le, çektiği acılara rağmen bir Türk’le yakın arkadaş olabilen bir Kürt’ün bu coğrafyanın kaderine dair anlattıkları nedeniyle… Birbirini boğazlamak, yok saymak, ötekileştirmek yerine birlikte mücadele etmenin gerektiğinin göstergesi olarak…