Gazze’nin sessiz soykırımı: Sömürgeci projenin yeni aşaması

Nazi Almanyası’nın soykırımı, açıkça imhayı hedeflerken İsrail’in politikaları “güvenlik” ve “terörle mücadele” söylemiyle meşrulaştırılıyor. Yine de Gazze’deki yıkımın ölçeği ve yerinden etme planları, bu söylemin inandırıcılığını sorgulatıyor. Filistinliler “tehdit” olarak kodlanıyor; insanlıkları Batı’nın ve İsrail’in anlatısında silikleştiriliyor.

Gazze Şeridi modern sömürgeciliğin en vahşi laboratuvarlarından biri hâline gelmiştir. Kanal 12’nin (Barak Ravid) haberine göre Mossad Başkanı David Barnea’nın Washington’da iki milyon Filistinlinin Libya, Etiyopya ve Endonezya’ya “tahliyesi” için yaptığı görüşmeler bu laboratuvarın son deneyi. Bu, bir güvenlik operasyonu değil; Filistin halkının topraklarından, tarihlerinden ve kimliklerinden sistematik olarak koparılmasını hedefleyen bir demografik mühendislik projesi. Gazze’deki yıkım ve yerinden etme politikaları yalnızca bir savaşın sonucu değil, kapitalist-emperyalist düzenin çıkarlarıyla uyumlu bir etnik temizlik stratejisinin parçası.

Yıkımın endüstrileşmesi: Gazze’yi yaşanmaz kılmak!

BBC Verify’ın uydu görüntüleri Gazze’nin sistematik bir şekilde yok edildiğini gösteriyor. Tel es-Sultan gibi bölgelerde evler, okullar ve hastaneler kontrollü demolisyonlarla düzleştiriliyor. BM’nin 2024 verilerine göre Gazze’deki yapıların %60’ı hasar gördü; 1.9 milyon insan yerinden edildi. İsrail bu yıkımı “Hamas’ı hedef alma” gerekçesiyle savunuyor ancak bu, gerçeği örtbas eden bir söylem. Yıkımın ölçeği, bir halkın yaşam alanını tamamen ortadan kaldırmayı amaçlıyor. Rafah’ta önerilen “insani şehir” —Savunma Bakanı Israel Katz’ın ifadesiyle, 600 bin Filistinlinin çıkış izni olmadan tutulacağı bir alan— sömürgeci kontrolün yeni bir biçimi. Cenevre Sözleşmeleri’ne göre bu tür toplu yerinden etmeler savaş suçu. Ancak uluslararası hukuk, emperyalist çıkarlar karşısında etkisiz kalıyor.

Yıkım kapitalist bir endüstriye dönüştü. BBC’nin aktardığı iş ilanları, buldozer operatörlerine günlük 1.200 şekel (357 dolar) ücret, yemek ve konaklama sunuyor. “Mükemmel çalışma koşulları” vaadi, bir halkın geçmişinin ve geleceğinin silinmesini sıradan bir işe indirgiyor. Bu, kapitalizmin krizleri metalaştırma yeteneğinin bir yansıması: Filistin’in anıları, buldozerlerin çeliği altında bir “iş fırsatı” hâline geliyor.

Sürgünün planı: Nakba’nın yeniden inşası

Barnea’nın Washington’daki görüşmeleri, Gazze’deki Filistinlilerin Libya, Etiyopya ve Endonezya’ya “gönüllü” göçünü hedefliyor. Axios bu ülkelerin finansal teşviklerle ikna edilmeye çalışıldığını bildiriyor. Ancak Gazze’de açlık, bombardıman ve altyapı eksikliğiyle yaşam zaten sürdürülemez hâle getirilmişken, “gönüllü” göç kavramı bir aldatmaca. BM Özel Raportörü Francesca Albanese, bu tür politikaların zorla yerinden etme ve etnik temizlik suçuna işaret ettiğini vurguluyor. Libya gibi istikrarsız bir bölgeye veya Etiyopya gibi kendi krizleriyle boğuşan ülkelere Filistinlilerin gönderilmesi, yalnızca lojistik bir felaket değil, aynı zamanda sömürgeci bir pazarlığın ürünü.

Bu plan, 1948 Nakba’sının modern bir versiyonu. O dönemde yüz binlerce Filistinli topraklarından sürüldü; bugün ise aynı süreç “insani” bir kılıfla yeniden sahneleniyor. Gazze’deki Filistinliler, küresel kapitalist düzenin piyonları hâline getiriliyor. ABD’nin bu görüşmelere ev sahipliği yapması Batı’nın da suç ortaklığını gözler önüne seriyor. Emperyalist güçler Filistin meselesini kendi jeopolitik çıkarlarına uygun bir şekilde yeniden çerçeveliyor.

Tarihsel paraleller: Bürokratik kötülüğün gölgesi

Barnea’nın dedesinin Nazi Almanyası’ndan kaçışıyla bugünkü politikalar arasındaki ironi, tarihsel bir sorgulamayı zorunlu kılıyor. Eichmann bu sorgulamanın merkezinde. Eichmann, Nazi rejiminin soykırım makinesinde bir bürokrattı; emirleri sorgulamadan uyguladı. Barnea, modern bir devletin güvenlik aygıtının başında, benzer bir itaatle mi hareket ediyor? Hannah Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” kavramı, bu soruya bir çerçeve sunuyor: Büyük suçlar çoğu zaman ideolojik fanatizmle değil, sorgusuz bir bürokrasiyle işlenir. Barnea’nın rehine kurtarma operasyonlarındaki rolüyle, milyonların yerinden edilmesi için yaptığı görüşmeler arasındaki çelişki, sistemin ahlaki çöküşünü yansıtıyor.

Ancak bu benzetme tarihsel bağlamların farklılığını göz ardı etmemeli. Nazi Almanyası’nın soykırımı, açıkça imhayı hedeflerken İsrail’in politikaları “güvenlik” ve “terörle mücadele” söylemiyle meşrulaştırılıyor. Yine de Gazze’deki yıkımın ölçeği ve yerinden etme planları, bu söylemin inandırıcılığını sorgulatıyor. Filistinliler “tehdit” olarak kodlanıyor; insanlıkları Batı’nın ve İsrail’in anlatısında silikleştiriliyor.

Kapitalizm ve emperyalizmin suç ortaklığı

Gazze’deki kriz yalnızca İsrail’in politikalarıyla sınırlı değil; küresel kapitalist düzenin bir yansıması. Yıkım süreci, buldozer operatörlerinin “iş ilanlarıyla” endüstrileşirken yerinden etme planları, finansal teşviklerle üçüncü ülkelere pazarlanıyor. Bu, kapitalizmin insanlık trajedilerini metalaştırma yeteneğinin bir örneği. ABD’nin ve Batı’nın sessiz onayı bu sürecin jeopolitik boyutunu ortaya koyuyor. Rusya veya Çin’in benzer eylemleri kınanırken İsrail’in politikaları tolere ediliyor. Bu çifte standart emperyalist düzenin ideolojik bir zaferi: İnsan hakları güç dengelerine göre yeniden tanımlanıyor.

Gazze’deki Filistinliler yalnızca bombalara karşı değil, bir halk olarak yok edilme tehdidine karşı direniyor. Bu direniş sömürgeleştirilmiş halkların varoluş mücadelesi. Ancak uluslararası toplumun sessizliği bu direnişi yalnız bırakıyor. BM’nin raporları ve UCM’nin yakalama kararları bir alarm zili; ancak bu uyarılar söz konusu emperyalizmin sömürü politikaları olunca somut bir eyleme dönüşmüyor ve kâğıt üzerinde kalıyor.

Direnişin mirası: Filistin’in geleceği

Gazze sömürgecilik sonrası dünyanın adalet sınavı. İsrail’in planları uygulanırsa Filistin halkı topraklarından tamamen koparılacaktır. Ancak Filistinlilerin direnişi yalnızca bir tepki değil; tarihsel bir manifesto. 1948’den beri süregelen işgal, Filistinlilerin kimliğini ve mücadele azmini kıramadı. Bugün Gazze’de yaşananlar bu azmin bir devamı. Uluslararası toplum bu krize karşı sessiz kaldıkça suç ortaklığı derinleşiyor.

Filistin meselesi yalnızca bir bölgesel çatışma değil; kapitalizmin, emperyalizmin ve sömürgeciliğin kesişim noktasında bir mücadele. Gazze’de yıkılan her ev, yerinden edilen her insan bu düzenin çirkin yüzünü ifşa ediyor. Soru şu: Tarih bu suçu yazarken sessiz kalanları nasıl anacak?