Geleceğimizi kim inşa edecek?
Yan yana gelişler için, bunları kalıcılaştıracak bir hegemonya yokluğunda kalıcılaşma ve sentezleşmenin garantisi olmamaktadır. Dolayısıyla tartışmanın hızlıca “kim öncülük edecek?” sorunu eksenine oturması da anlaşılabilir.

Kişi başına düşen gelirin 15 yıl öncesindeki seviyesine gerilediği koşullarda Saray iktidarını koruyabilir mi? Erdoğan’ın bir dönem dilinden düşürmediği 2023 hedeflerine göre Türkiye’nin dünyanın en büyük ilk 10 ekonomisine katılması an meselesiydi ancak son devalüasyon sonrasında 21.sıraya gerileyen ülke, fiilen G-20 üyeliğinden de oldu. Seçmen davranışlarını doğrudan etkilediği düşünülebilecek Tüketici Güven Endeksi’nin de 2009 Şubat’tan bu yana en düşük seviyeye düştüğü görülüyor. Kamuoyu yoklamaları da Saray’ın toplumsal desteğinin yavaş yavaş ancak istikrarlı bir biçimde eridiğini gösteriyor. Cumhuriyet’in ilk 100 yılında birçok neslin birikimlerini talan ederek ve emeklerini çalarak semiren, geçmişimizi çalan ve geleceğimize de inşa gerekçesiyle göz diken TÜSİAD’ın çıkışına hegemonya kazandırma amacıyla sahne alan Daron Acemoğlu’nun dediği gibi “ekonomik krizler diktatörleri götürüyor” mu sahiden?
Bu konuda rivayet muhtelif. Bu dönemin Rasim Ozan Kütahyalı’sı olmaya hevesli görünen kimi çokbilmişler Erdoğan’ın her durumda gideceğini ve kafamızın rahat olması gerektiğini söylüyorlar. Bu yorumlara bakarsanız iktidarın erimesi ve kaçınılmaz çöküşü engellenemez, zaten engellenmek istendikçe de süreç hızlanır. Ergin Yıldızoğlu gibi kimi yorumcular ise distopik bir fon oluşturmaya çalışan arka plan eşliğinde iktidardaki neo-faşist aktörlerin iktidarı vermeyeceğini, vermemek için Roma’yı yakabileceklerini iddia ediyorlar. Birçok doğru savla desteklenen bu iki karşıt görüş de çok çıkışlı bir kavşakta olduğumuzu ve ne yöne gidileceğini de tek başına koşulların değil ancak çok sert mücadelelerin belirleyeceğini görmezden geliyorlar. Şu anda Merkez Bankası faiz oranı ekseninde süren egemen sınıf fraksiyonları arasındaki çıkar çatallanmasının somut temelleri var. Bir tarafta geçtiğimiz hafta “Türkiye’nin ilk ve tek yerli şanzımanı”nı geliştirdiğini ve böylece de “üç aktarma organını da geliştiren ve üreten dünyanın sayılı otomotiv markaları” arasına girdiğini açıklayan, dış piyasalardan devletten bile daha düşük faizle borçlanabilen Koç benzeri finans kapital çevreleri bulunuyorken karşı köşede rakipsiz devlet ihalelerine ve düşük kamu bankası faizlerine bağımlı eski Anadolu, yeni Saray sermayesi var. Erdoğan’ın iktidarı verip vermemesi bu ikinci kesimin finans kapitalden nasıl bir “güvence” alacağına ve “geleceğin inşası”nda kendisine ne kadar alan açılacağına bağlı. İçine girdiğimiz konakta egemen sınıf fraksiyonları arasındaki çıkar çelişkileri daha da görünür hale geliyor ancak sürecin bütün gerilimini sadece bu çelişkiye yüklemek de Acemoğlu’nun yaptığı cinsten bir ekonomik indirgemecilik olacaktır. 20 yıllık bir iktidarın Titanikvari batışının yaratacağı anaforun etkileri sadece tek bir gerilimin yükünden çok daha ağır sonuçlar yaratabilir. Dolayısıyla iktidar değişiminin tereyağından kıl çekercesine gerçekleşeceği beklentisi gerçekçi değildir. Burjuvazinin farklı kanatlarını esaslı bir hesaplaşmaya girişmekten ancak güçlü bir devrim seçeneğinin ortaya çıkması caydırabilir. Egemen sınıf içindeki uzlaşmazlıkların sertleşmesiyse devrimin kendisini bir güçlü seçenek haline getirebilir. Diyalektik garip şey gerçekten…
Böylesi koşullarda devrimci öznenin ortaya çıkış dinamikleri üzerine süren tartışmalar önemlidir. En önemli olanak olarak görülen “toplumsal mücadelelerin bir araya getirilmesi” seçeneğinin güçlü bir karşı hegemonya inşası olmaksızın gerçekleştirilmesi mümkün görünmemektedir. Yan yana gelişler için, bunları kalıcılaştıracak bir hegemonya yokluğunda kalıcılaşma ve sentezleşmenin garantisi olmamaktadır. Dolayısıyla tartışmanın hızlıca “kim öncülük edecek?” sorunu eksenine oturması da anlaşılabilir. 1990’ların sosyalizmin yıkımının yarattığı şok dalgası 2000’lerin ilk 10 yılında sosyal forumculuğun löse örgüt biçimleriyle aşılmaya çalışılmıştı. 2010’lardaki halk isyanlarının gelip geçiciliği ise yatay örgütlenme takıntısının ipliğini pazara çıkardı ve bir neo-Leninist yaklaşımı zorunlu hale getirdi. Bugün de öncülük tartışmasına verilen kestirme “kimsenin sizin öncülüğünüze ihtiyacı yok” cevapları, gerçek bir soruna çözüm arayışlarını neo-marksizmin güvensizlikten beslenen labirentlerine hapsetmekten başka bir işe yaramayacaktır. Sorun geçmişteki deneyimleri aşan, devrimci öznenin çoklu doğasını veri kabul eden, öncülüğü TİP örneğinde fazlasıyla karşılaşmaya başladığımız bir “örgüte katılma daveti” olarak görmenin ötesine geçerek bir ortak momentumu yaratma ihtiyacı olarak ele alınırsa çok daha önemli değerlendirmeler yapılabilir. İşçi sınıfının çeşitli katmanlarının ortak hareket edebilmek için kendi politik toplumunun ortak hareketine ihtiyacı var. İşçi sınıfının politik toplumunu oluşturan çeşitli öğelerin de ortak bir hedef ekseninde koordine olmaya ve bileşke vektörlerini güçlendirecek bir dayanışmaya ihtiyaçları olduğu açık. Aksi takdirde Kıvılcımlı’nın deyişiyle “nesnel koşulların kapıyı pencereyi yıktığı” bir dönemin daha hebasına tanık olacağız. Bu momentin gerektirdiği ihtiyaçları karşılayamayan kimi girişimlerin neredeyse somut hiçbir anlamı kalmamış “devrimci-reformist” ikilemi üzerinden “öncelikli görülme hakkı” talepleri ise ancak hayatın doğal akışı tarafından desteklendiği, ön açıcı bir rol oynayabildiği oranda bir anlam ifade edecektir. Payelerimizi kendi vehimlerimiz değil ezilenlerin devrimci teveccühü belirler.
Yaşam pahalılığının yarattığı yıkım, ortak momentum inşasının koşullarını fazlasıyla sunuyor. Bıktırıcı program-tüzük-strateji kör dövüşlerinde boğulmadan ortak bir taktiğin (Güney Kore’de geçen hafta yaşanan genel greve ve Kolombiya’da son isyanı yöneten Grev Komitesi’ne atfen) mesela “5000 lira asgari ücret için genel grev” ekseninde buluşabilmek geleceğin “başka türlü” inşasının kaldıracı olabilir mi?
Düşünelim, tartışalım ama biraz da acele edelim.