Kapitalizmin kriz döngüleri ve günümüzün kırılgan dünyası

2025’in kırılgan dünyasında küreselleşmenin gerilemesi, finansal spekülasyonun sınırları, artan borç yükleri ve jeopolitik rekabetin militarizme dönüşmesi, kapitalizmin sonunu mu yoksa yeni bir yıkıcı evresini mi haber veriyor?

“Rüzgârın hangi yönden estiğini bilmek için meteorolog olmaya gerek yok.”

Bob Dylan, Subterranean Homesick Blues, 1965

Kapitalizm, tarih boyunca periyodik krizlerle şekillenmiştir. Kâr oranlarının düşüşü, sermaye birikiminin tıkanması ve bu tıkanıklığın savaş veya finansal manevralarla aşılmaya çalışılması sistemin özünde yatar. 2025’in kırılgan dünyasında küreselleşmenin gerilemesi, finansal spekülasyonun sınırları, artan borç yükleri ve jeopolitik rekabetin militarizme dönüşmesi, kapitalizmin sonunu mu yoksa yeni bir yıkıcı evresini mi haber veriyor? İnsanlık, savaş ile toplumsal dönüşüm arasında bir seçimle karşı karşıya.

Kapitalizmin kriz döngülerinin kökeni 

Kapitalizmin itici gücü kâr oranlarıdır. Marx’ın Kapital’de ortaya koyduğu gibi, sermayenin organik bileşiminin artması –yani makine ve teknoloji gibi sabit sermaye oranının, emeğe kıyasla büyümesi– kâr oranlarını düşürür. Bu, firmaların iflasına, yatırımların durmasına ve ekonomik durgunluğa yol açar. Tarihsel olarak kapitalizm bu tıkanıklığı, iflas eden firmaların elden çıkarılması, birleşmeler ve savaş yoluyla sermaye değerlerinin yok edilmesiyle aşmıştır. 1929 Wall Street Çöküşü ve İkinci Dünya Savaşı, bu döngünün en dramatik örneklerindendir. Savaş, sermayeyi değersizleştirerek kâr oranlarını geçici olarak restore etmiş ancak insanlık için korkunç bir bedel ödetmiştir.

1970’lerden itibaren krizin doğası değişti. Devlet destekli ekonomik müdahaleler –kamu harcamaları ve borçlanma– kâr oranlarının düşüşünü telafi etmekte yetersiz kaldı. 1980’lerde ABD ve Britanya’da bankacılık düzenlemelerinin gevşetilmesi, üretken yatırımlardan ziyade finansal spekülasyona yönelimi hızlandırdı. Bu, kısa vadeli kâr arayışını körüklerken gerçek değer üretimini gölgede bıraktı. 2008 finansal krizi, bu spekülasyon balonunun patlamasının bir örneğiydi; ancak sistem, para basımı ve borçlanma yoluyla ayakta kalmayı başardı. Uluslararası Finans Enstitüsü’nün (IIF) verilerine göre küresel borç GSYİH’nin %350’sini aşmış, üretkenlik büyümesi ise yavaşlamıştır.

Küreselleşmenin gerilemesi ve ticaret savaşları

Küreselleşme, 1990’lar ve 2000’lerin başında kapitalizmin krizlerini ertelemenin bir yolu gibi görünmüştür. Ancak 2001’de Çin’in Dünya Ticaret Örgütü’ne katılmasıyla başlayan süreç bugün tam tersine dönmüştür. ABD ve Çin arasındaki ticaret savaşları, tarifeler ve teknoloji kısıtlamaları, serbest ticaretin altın çağının sona erdiğini göstermektedir. Örneğin ABD yönetimi 2024’te Çin’den ithal edilen elektrikli araçlara ve yarı iletkenlere %50’ye varan tarifeler getirdi. Yeni yönetimlerin 2025 için önerdiği %100 tarife tehditleri bu eğilimi daha da sertleştirmiştir.

BRICS ülkeleri (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika ve yeni üyeler), ABD dolarının küresel ticaretteki hegemonyasına meydan okuyor. Suudi Arabistan’ın 2024’te dolarla petrol ticaretini azaltması bu değişimin sembolü oldu. Çin ve Rusya, ikili ticaretlerinde doları neredeyse tamamen terk etti; Rusya, rezervlerinde yuan ve euroyu artırıyor. Bu yalnızca ekonomik bir kayma değil, aynı zamanda ABD merkezli küresel düzenin sorgulanması anlamına geliyor. BRICS’in 2024 Kazan Zirvesi’nde tartıştığı yeni ödeme sistemi bu meydan okumanın somut bir adımıdır.

Finansal spekülasyon sınırları 

Finansal spekülasyon kapitalizmin krizlerini ötelemenin bir aracı oldu ancak bu da sınırlarına ulaşıyor. Marx’ın işaret ettiği gibi “faiz getiren sermaye her çılgın biçimin anasıdır.” Bankacılık düzenlemelerinin gevşetilmesi, spekülasyonu üretken yatırımların önüne geçirdi. İşçi sınıfı bile bu sürece çekildi; özelleştirilen endüstrilerin hisseleri veya yüksek riskli ipotekler aracılığıyla spekülasyona katıldı. Ancak spekülasyon yeni değer yaratmaz; birinin kazancı, diğerinin kaybıdır. Para basımı gibi devlet müdahaleleri, bu sistemi ayakta tutsa da 2008 ve 2020 çöküşleri modelin kırılganlığını ortaya koydu.

Küresel borç 2023’te 35 trilyon doları aşan ABD devlet borcu gibi, sürdürülemez seviyelere ulaştı. ABD’nin borç faizi 2023’te 875 milyar doları buldu –bu, askerî bütçeyi bile geçti. Bu faiz ödemeleri, daha fazla borç yaratıyor ve finansal balonları şişiriyor. Finansal piyasalar üretken ekonomiden koparak kendi kendini tüketen bir yapıya dönüşüyor.

Jeopolitik gerilimler ve savaş riski 

Ekonomik krizler tarih boyunca jeopolitik rekabete ve savaşlara yol açtı. Bugün ABD’nin küresel hegemonyası, Çin ve Rusya liderliğindeki güçler tarafından tehdit ediliyor. Çin’in Güney Çin Denizi’ndeki hamleleri, Afrika’daki yatırımları ve Rusya ile artan ekonomik-askeri ittifakı, yeni bir güç bloğunun yükseldiğini gösteriyor. ABD’de savunma sanayisi, Soğuk Savaş’tan bu yana en hızlı iş gücü artışını yaşıyor. Nadir toprak elementleri gibi stratejik kaynaklar üzerindeki rekabet bu gerilimi körüklüyor; Çin bu alanda %60 üretim ve %90 işleme payıyla lider konumda.

Rusya liderinin 2024’te Soçi’de yaptığı “yeni bir dünya ortaya çıkıyor” açıklaması ve ABD’nin BRICS’e yönelik tarife tehditleri rekabetin yalnızca ekonomik olmadığını, siyasi ve askerî bir çatışmaya dönüştüğünü gösteriyor. Bu dinamikler Üçüncü Dünya Savaşı riskini artırmaktadır.

İklim ve teknoloji: Yeni tehditler

Kapitalizmin krizleri yalnızca ekonomik değil, çevresel ve teknolojik boyutlar da kazanıyor. İklim değişikliği kâr odaklı sistemin teknolojik kapasitesini bu sorunu çözmek için kullanmasını engelliyor. Örneğin ABD’nin yeşil enerjiye yönelik teşvikleri uygulamada yetersiz kaldı; 2023’te yalnızca yedi yeni elektrikli araç şarj istasyonu kuruldu. Yapay zekâ ve ileri teknolojiler, ekonomik ve askerî rekabette kritik hâle gelirken bu teknolojilere erişim yeni bir çatışma alanı yaratıyor. Çin’in nadir toprak elementlerindeki hâkimiyeti bu rekabetin stratejik önemini de ortaya koyuyor.

Toplumsal dönüşüm: İnsanlığın geleceği 

Kapitalizmin krizleri insanlığı bir yol ayrımına getiriyor: savaş ya da toplumsal dönüşüm. İşçi sınıfı kapitalist çerçevenin eşitsizliklerinden ve krizlerinden kurtulmuş, sınıfsız ve devletsiz bir dünya yaratma potansiyeline sahiptir. Ancak bu potansiyel kendiliğinden gerçekleşmez. 1917 Rus Devrimi işçi sınıfının toplumsal düzeni yeniden şekillendirme gücünü ortaya koymuştu; ancak bugünün küreselleşmiş dünyasında bu, daha karmaşık bir görevdir. Kapitalizmin ulusal sınırları aşan doğası, işçi sınıfının da uluslararası bir dayanışma ve bilinçle hareket etmesini gerektiriyor. Finansal spekülasyonun gölgesinde yoksullaşan, savaşların ve çevresel yıkımın tehdidi altında yaşayan işçiler yalnızca kendi emeklerinin ürünü olan zenginliği geri almakla yetinmemeli; aynı zamanda bu zenginliği insanlığın ortak çıkarları için kullanacak bir sistemi inşa etmeli. Kapitalizmin krizleri, bu dönüşüm için hem bir tehdit hem de bir fırsattır; çünkü sistemin çelişkileri, değişim için gerekli toplumsal enerjiyi açığa çıkarabilir. İşçi sınıfının tarihsel görevi bu enerjiyi bilinçli bir devrimci harekete dönüştürmektir.

Sonuç 

2025’te dünya, kapitalizmin yapısal krizlerinin yeni bir evresindedir. Finansal spekülasyonun sınırları, borç yükleri, ticaret savaşları ve jeopolitik gerilimler sistemin sürdürülemezliğini açıkça ortaya koyuyor. Küreselleşmenin gerilemesi ve militarizmin yükselişi insanlığı bir felakete sürüklüyor. Ancak bu karanlık tablo işçi sınıfının potansiyelini hatırlatıyor. Engels’in dediği gibi her kriz bir sonrakinin daha yıkıcı olacağının tohumlarını taşır. Soru şu: İnsanlık kapitalizmin bu cehennemî döngüsünü kırarak, eşitlikçi ve sürdürülebilir bir geleceğe ulaşabilecek mi?


1.  Marx, Kapital Cilt 3, s. 596 (Penguen, 1992).

2.  IIF, Küresel Borç Raporu, 2023.

3.  Financial Times, “Çin-Rusya: Dünyayı Sarsabilecek Bir Ekonomik Dostluk,” 15 Mayıs 2024.

4.  IMF, Dünya Ekonomik Görünümü, 2024.