Afganların uzun yürüyüşü

Göçmenin kimliksizlik ve güvencesizlik basamaklarının en dibine yerleşmesine karşı kayıtsızlık hem politik hem de etik bir çöküş emaresidir.

Suruç Katliamı’nın 6.yıldönümünde Erdoğan’ın, Taliban ve zihinsel dünyası ile yakınlığını vurguladığı açıklamasını, katliam failliğinin üstlenilmesi olarak okuyabilir miyiz? İdlib’te El-Nusra ile birkaç senedir yürütülen iş birliği, cepheden cepheye sürülen yandaş cihatçılar ordusu, IŞİD ile yürütülen petrol ticaretinden elde edilen servetler üzerine düşünüldüğünde ortada aynı dinin mensubu olmaktan çok daha ileri bir yakınlık olduğu ortada. Suruç anmalarına yönelik saldırganlık, Sivas Katliamı sanığının ölümünü mağdur “Şirin Baba” kıvamında aktaran şeriatçı basın manşetleri bu tabloyu tamamlıyor.  Ilımlı İslam’ın baş temsilcisi, Ortadoğu’nun mutedilleşerek neoliberal küresel düzene eklenmesinin kritik halkası olarak lanse edilen AKP iktidarı 20 yılık iktidar sonrasında cihatçılığın uluslararası platformlardaki açık sözcülerinden en başta geleni haline dönüştü.

ABD’nin bu konjonktürde Afganistan’dan çekilmesi ve ülkenin fiilen Taliban’a bırakılması nasıl bir politik arka plandan besleniyor? Çin ve Rusya’yı küresel düzene tehdidin temel kaynağı olarak gören ABD, iki ülkeyi çevrelemek açısından da son derece kritik bir jeopolitiğe sahip Afganistan’dan çekilerek neyi amaçlıyor olabilir? ABD iç kamuoyuna dönük etkisi bir yana bölgede İran ile de mesafeli bir cihatçı devletin oluşumu hem Orta Asya hem de Çin’in Uygur bölgesine karıştırıcı müdahaleler için güçlü bir üs teşkil edebilir mi? Taliban’ın hamisi olan Pakistan’da Çin’in çok önemli yatırımları var. Afganistan’ın ABD tarafından boşaltılmasıyla Çin’in uzunca bir süre sonra Suriye’de açıkça bayrak göstermesi, İdlib operasyonuna mali ve askeri destek olma taahhüdünde bulunması da küresel güçlerin cihatçılık aracılığıyla restleşmesinin tezahürü olarak okunabilir. Çin, kendisine tehdit oluşturabilecek Uygur Türkü El-Nusracıların tasfiyesini kendisi gerçekleştirmek istiyor olabilir.

Erdoğan’ın Kabil Havaalanı’nın korunmasını üstlenerek Biden yönetimi ile buzları eritme girişimlerinin arkasında narko-devlet haline dönüşmenin izlerini görmek de mümkün. Eroin üretiminin %80’inden sorumlu bir ülkenin dışarıya açılan tek kapısında bekçilik yapma isteğinin L. Amerika ile kurulan kokain köprüsünü, eroin ile tahkim etmek gibi bir amaçla ilişkisi olduğu düşünülmeli. Erdoğan’ın Kıbrıs’tan havaalanı güvenliği için ABD’ye şartlar sıralaması ABD Dışişleri Bakanı Blinken’in Maraş’ın açılması kararının gözden geçirilmesini isteyen salvosuyla karşılandı. Türk hükümetinin bir pazarlık gücü varmış izlenimi yaratmayı amaçlayan girişimleri hızla daha büyük geri tepmeler yaratabilir.

1990’larla birlikte giderek hegemonik bir etkinlik kazanan küreselleşmeci söylem tüm üretim faktörlerinin serbest dolaşımını vazediyordu, ancak tabii ki sermayenin sınırlar aşma özgürlüğünün ancak emeğin ulusal sınırlara hapsi ile mümkün olabileceği ortadaydı. Küresel Kuzey-Güney arasında giderek derinleşen gelir ve servet farkları, savaşlar, iklim krizi 21. Yüzyılı bir göç çağı haline getirdi. Sel ve aşırı sıcaklardan kaynaklanan felaketlerle de desteklenen bu tablo küresel yoksulları ölümüne yollara itelerken dolar milyarderlerini de feza gezileri yoklamalarına teşvik ediyor.

Erdoğan’ın Suriyeli göçmenleri Türkiye’ye gelmeye teşvik ederken ki beklentisi 1 milyonu aşan göçmen sayısının Obama’yı Suriye’ye doğrudan müdahaleye ikna edeceği fikriydi. Bu beklenti karşılanmadı ancak 4 milyona yakın göçmenin ucuz emeği başta küçük ve orta ölçekliler olmak üzere sermaye sınıfı için bir can simidine dönüştü. İktidar Rojava’ya dönük yürütebildiği askeri hamleleri, “Suriyelilerin ülkelerine geri gönderilebileceği” teziyle ikna edici kılmaya çalışmıştı. Cerablus’a kaymakam atamanın, Afrin’in zeytinlerini yağmalamanın ya da Suriye’nin sanayi tesislerini sökerek Gaziantep’e taşımanın Suriyelilerin dönebileceği güvenli alanların yaratılması telaşıyla alakalı olmadığı ortada. Bugün de Afgan göçmenlerin görünürlüğünün artmasının, Türkiye’nin Afgan siyasetine içeride meşruiyet kazandırmaya dönük bir araç olarak ne kadar kullanılabileceğini göreceğiz.

Afganistan, Sovyetlerin komünist Necibullah iktidarına destek vermek için gerçekleştirdiği işgalin CIA’in desteklediği ve silahlandırdığı cihatçıların direnişiyle karşılandığı 1980’lerden beri belini doğrultamadı. İnsani Gelişmişlik Endeksi’nde sondan ikinci, pasaportunu tanıyan dünyada sadece 3-4 ülke bulunuyor. İnsanların böylesi bir ülkede kendilerine hiçbir gelecek görmeyip göç etmek istemeleri son derece doğal.

Türk Devleti’nin göçü ve göçmenleri özellikle AB (başta Almanya) ile ilişkilerde bir koz olarak kullandığı çok açık. Demokratik bir kamusal tartışma ortamının bulunmayışı ve yaşanan yoğun ekonomik sorunlar ise göçmenleri sorunların sebebi olarak görme eğilimini güçlendiriyor. Sözüm ona demokrasi getirecek Millet İttifakı’nın göçmen işçiler konusundaki vulgar ve provokatif açıklamaları da ateşe körükle gidilmesine yol açıyor.

Afyon’da saldırıya uğrayan ve şehri terk etmek zorunda kalan 7 Kürt işçiyle ilgili ağzını açmayan, kışkırtılan pogromcu ruh halini sorgulamayan, Türk devletinin özellikle Suriyelilerin vatanlarından ayrılmak zorunda kalması konusundaki suçundan bahsetmeyenlerin “Syrisch Raus” söylemi, Türk toplumu açısından yeni utanç sahneleri oluşmasına güçlü bir zemin hazırlıyor.

Sosyalizmin güçlü bir söylemsel hegemonya inşa edemediği koşullarda milliyetçi ve liberal hezeyanlar birbirilerinin sebebi ve yeniden üretiminin tetikleyicisi olmaya devam ediyor. Bizler, iktidarın göç politikasını jeostratejik amaçları için kullanmasını etkin bir biçimde teşhir eder ve iktidara karşı mücadele ederken işçi sınıfımızın bileşeni haline gelen göçmen kardeşlerimizle birlikte örgütlenmenin yollarını aramaya devam ediyoruz. Göçe sebep olan mücbir sebeplerin de Türkiye halklarının içerisine itildiği işsizlik ve yoksulluk sarmalının da farkındayız. Sosyalizm için ortak mücadelenin yükselmediği koşullarda bu tablo etnik pogromlar kıyametini rahatlıkla tetikleyebilir. Zenginlik ve yoksulluğu bu biçimde kutuplaştıran küresel kapitalizm aşılmadıkça ve sıcaklık rekorlarıyla kendisini hissettiren ekolojik krizle küresel ölçekte mücadele edilmedikçe göç yaşamlarımızın doğal bir parçası olmaya devam edecektir. Göçmenin kimliksizlik ve güvencesizlik basamaklarının en dibine yerleşmesine karşı kayıtsızlık hem politik hem de etik bir çöküş emaresidir. Göçmen işçilerin aynı işi yapan tüm işçilerle birlikte örgütlenmesini sağlamak ve daha güvenceli yaşam koşulları için mücadeleyi yükseltmek proletarya enternasyonalizminin önümüze koyduğu en güncel görevdir. Göçmenlere karşı tepki duyan her işçiyi de ırkçı diye yaftalayıp faşizmin saflarına itelemeden ikna edici bir propaganda faaliyetini örgütleyebilmek temel önemdedir.

Eşit vatandaşlık mücadelesi, vatandaşlığı bir ırkın ya da inancın tekelinde göremez. Teritoryal vatandaşlık ilkesi bu topraklar üzerinde yaşayan herkesin insanca yaşama hakkını ve temel özgürlüklerini güvence altına alır. Ancak insanlığın küresel ölçekte yaşadığı sorunlar “tek ülkede eşit vatandaşlığın” uygulanamaz bir proje haline geldiğini de gösteriyor. Yarattıkları cehennemi çekildikleri cam fanuslarından izlemeye çalışan Batı’nın kibirli orta sınıflarının da ekmeğini, ülkesini, toprağını paylaşmaya zorlanacağı bir enternasyonalist mücadele yaratmaya mecburuz.