Yalnız komünist
Yayınlarımla yer ediyordum. Neredeyse ABA’cılar [(Mehmet Ali) Aybar, (Behice) Boran, (Sadun) Aren] dışında her eğilim beni el üstünde tutar görünüyordu. Yapmacıklarına dayanamadım. Hepsi ellerinin ve ayaklarının on parmaklarındaki onar karayı bana sürmekle çıldırdılar. Kitaplarımla yalnız kaldım. (1 Temmuz 1971)
Dr. Hikmet Kıvılcımlı[1]
Bundan tam yarım yüzyıl önce, 11 Ekim 1971 günü, bütün yetişkin hayatını, 1920-21’den 1971’e kadar tam yarım yüzyılını, aralıksız olarak komünizm davasına adamış olan bir siyasi önder ve büyük düşünür, Yugoslavya’da gözlerini kapattı. Hikmet Kıvılcımlı, Türkiye’de Mustafa Suphi ve yoldaşlarının 1920 yılında Türkiye Komünist Fırkası’nı kurmasını ve 1921 Ocak ayında burjuvazinin güçlerince Karadeniz’in karanlık sularında katledilmesini izleyen yarım yüzyıl boyunca, kendine “komünist” adını takan önder konumundaki kişiler arasında, ismiyle müsemma, yani komünist adını hakkederek yaşayan ve dövüşen ender şahsiyetlerden biridir. Bu bakımdan belki sadece Nâzım Hikmet ile aynı kategoride yer alır. Nâzım komünist militanlığını şairliğiyle iç içe yaşatmıştır; Doktor Hikmet ise Marksist teorisyenliği ile. 1921 ila 1971 arasındaki dönemde, işçi militanlar bir kenara bırakıldığında, bu iki şahsiyet dışında hayatını gerçekten içten biçimde komünizme vakfetmiş başka parti önderleri parmakla gösterilecek kadar azdır. Mihri Belli, bütün cesaretine ve enternasyonalizmine rağmen bu iki devin arkasında, ikinci bir önderler kümesinin ilk isimleri arasında yer alır. Vedat Türkali, sadece komünist romancı olarak, yani militanlığından ziyade aydın faaliyetiyle bu ikisine yaklaşır. Türkiye Komünist Partisi adını taşıyan örgütün öteki önderlerinden bugün geriye pek az şey kalmıştır. Şefik Hüsnü’ler, Reşat Fuat’lar, Zeki Baştımar’lar, İsmail Bilen’ler tarihin kuytularında, sadece uzmanların ilgileneceği şahsiyetler olarak kalacaktır. Mustafa Suphi’nin ardından Türkiye Komünist Partisi kadroları arasında tarihe geçecek, 21. yüzyılda tartışılacak olan sadece Nâzım Hikmet ile Hikmet Kıvılcımlı olacaktır.
Nâzım üzerine çok yazdık. Bugün sıra Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın. Aynen Nâzım gibi 1902 doğumlu, Yörük Ali Efe’nin çetesinde Kuvayı Milliyeci, 18’inden sonra komünist, tıp doktoru, psikiyatri uzmanı, “derinlikler psikolojisi” (Freud) üzerine çalışmış ve düşünmüş, Marksist teoriden dinler tarihi gibi beklenmedik alanlara uzanan muazzam bir bilgi birikiminin temelinde Türkiye’nin dününü ve bugününü anlamaya ve değiştirmeye çalışan bir Marksist. 23 yaşında (1925 İstanbul Akaretler Kongresi) TKP Santral Komitesi’ne (ya da Seka’ya yani Merkez Komitesi’ne) parti gençliğinin başkanı olarak girmiş, 40 yıl hapis cezası almış, hayatının 22,5 yılını cezaevinde geçirmiş, tek bir sorguda bile işkenceye teslim olmadığı genel olarak kabul gören, bütün cezaevlerini Kırşehir Üniversitesi ya da Çankırı Üniversitesi diye alaylı biçimde söyleyerek kendi üniversitesi yapan, içeride yüzden fazla kitap, risale, broşür yazan, ama parti gençliğinin başkanlığından sonra hiçbir zaman partinin Merkez Komitesi’ne alınmayan bir komünist.
Şimdilerde “militanlık” değil “aktivizm” moda olduğu için, ama ondan da fazla komünistlerin ve Marksistlerin düşünsel faaliyeti pratiğe tercih etmesi gerektiği bir genel kabul gördüğü için Kıvılcımlı yalnızca büyük bir Marksist teorisyen olarak yüceltiliyor. Doktor’un Marksist teori alanındaki, özellikle kadim tarih üzerine çalışmalarının, doğru ya da yanlış sonuçlar vermiş olsun, çok ciddiye alınması gerektiği konusunda kuşku yok. Bu meseleye de değineceğiz. Ama Doktor’un hayatının sonuna kadar teori faaliyeti komünist bir militan olarak faaliyetinden hiçbir şekilde koparılamayacak türden bir faaliyetti. Dolayısıyla, onu “Hayatı ve Eserleriyle ‘Komple Bir Entelektüel’ Olarak Dr. Hikmet Kıvılcımlı” diye tanıtan çalışmaların artmasına kulak asmamak, teori-pratik birliğine gerçek bir Marksist anlayışla bağlanmış olduğunu, kendisinin bir “entelektüel” değil, bir “devrimci” ya da bir “komünist” olarak anılmasını bin kere tercih edeceğini unutmamak gerekiyor. Kıvılcımlı’nın en önemsediği ilkelerden biri, Lenin’in (bizim de Devrimci Marksizm dergisinin her sayısının başında yayınladığımız) “Devrimci teori olmaksızın devrimci bir hareket olamaz” ilkesiydi. Öyleyse, Kıvılcımlı’nın Marksist teoriye katmak istediği düşünceler kümesi ne kadar önemli olursa olsun, önemini tartışmaya önce Türkiye komünizmi açısından onu bu kadar önemli kılanın ne olduğunu araştırmaya girişerek başlamalıyız.
Başlamadan önce bir noktaya kısaca değinelim: Bu yazı dizisinde çok az kaynak vereceğiz. Site yazılarını teorik bir dergi yazısı gibi ağırlaştırmaktan kaçınıyoruz. (Bunun başka örneklerini okur bu yıl içinde yayınlanan iki başka tarih yazısında, Kronştadt ve Malazgirt yazılarında bulabilir.) Kaynaklarımız konusunda kuşkuya düşen olursa, elbette o takdirde gereken kaynağı gösterebiliriz.
Bolşevizm mi, Aydınlık mı?
Her ne kadar Hikmet Kıvılcımlı kendisi Türkiye komünizminin değişik kuşaklarını sınıflandırırken kendini Şefik Hüsnü ile birlikte “Eneski” komünistler kategorisine koyuyor olsa da, aslında 1880’li yıllarda doğmuş olan Mustafa Suphi’ler ve Şefik Hüsnü’ler kuşağına nispetle “ikinci kuşak” olarak nitelenmesi daha doğrudur. Bunun önemini anlamak için Mustafa Suphi ile Şefik Hüsnü’nün nasıl farklı iki “komünizm” toprağında yetiştiğini bilmek gerekir. Doktor, bu kuşaktan sonra gelen ikinci kuşaktan olduğu için bu ikisinin arasında bir tercih yapmak zorunda kalmıştır.
Türkiye komünizmi Lenin’in Bolşevizmi’nin yıldızı altında doğmuş, ama burjuvazinin ilk önderlik kadrosunu katletmesi sonrasında İstanbul’da Fransız sosyalist geleneğinin ağır damgasını yemiş olan Aydınlık kadrosunun hâkimiyetine girmiştir. Türkiye Komünist Fırkası’nın devamı olarak görülen Türkiye Komünist Partisi’nin kaderini belirleyen büyük ölçüde bu özgül koşuldur. Mustafa Suphi Ekim devriminin, Ethem Nejat Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in Spartakus devriminin çocuğu iken, Şefik Hüsnü Paris’te Jean Jaurès’in şerefli ve enternasyonalist ama reformist sosyalizminin hasadıdır. Mustafa Suphi devrimci stajını Rusya’nın çalkantılı atmosferinde yapmıştır. Şefik Hüsnü ise karşı devrimci padişah İstanbul’unda. Komünizmin ikinci kuşağının önde gelen iki temsilcisinden biri (öteki Nâzım demiştik) olarak Kıvılcımlı Mustafa Suphi’nin atılımını yeterince değerlendiremese de (bu karmaşık konuya bu yazıda girmeyeceğiz) Şefik Hüsnü’nün Aydınlık kadrosu karşısında kendini bir mücadeleye mahkûm görmüştür. Kıvılcımlı’nın önemi öncelikle buradan kaynaklanır. Örnek olsun, Doğu Perinçek’in hayatı boyunca yücelttiği Şefik Hüsnü ve yakın çalışma arkadaşları Doktor için ciddiye alınacak komünist bir önderlik değildir. Şefik Hüsnü hakkında diğer önderler konusunda söylediklerine göre çok daha naziktir Kıvılcımlı. Ama onu ve 1920 sonrasında partiye hâkim olan kadrosunu yerden yere vurur.
Bu kadro, Doktor için Rusya’daki ekonomizmin ve legal Marksizmin Türkiye’deki temsilcisidir. İkisinin toplam etkisi de “kuyrukçuluk”tur. Yani Kemalizmin genel siyasi doğrultusunun peşine takılmak. Şefik Hüsnü hakkında, “paşa çocuğu” veya “Selanikli” diyerek büyük mücadelelerde yeri olmadığını ima etse de hiçbir zaman aşağılayıcı bir dil kullanmayan Kıvılcımlı, iş onun en yakın çalışma arkadaşları Sadrettin Celal (Antel), Şevket Süreyya (Aydemir) ve Vedat Nedim’e (Tör) gelince haklı olarak çok ağır konuşur. Bu kadro, Kemalizm karşısında Şeyh Sait isyanından ve Takrir-i Sükûn Kanunu’ndan (1925) sonra başını eğen, hatta Kemalizmin özellikle Kürt sorunundaki tezlerini papağanca tekrarlayan, sonra da Şevket Süreyya ve Vedat Nedim’in şahsında kendilerini Kemalist yapılara pazarlamak üzere polis ihbarcısı haline gelen insanlardan oluşur. Doktor, Türkiye’de komünizm adına içine düşülmekte olan alçaklıklara cepheden saldıran büyük muhalif olmuştur.
1929’da İzmir TKP davasına İsmail Bilen’in uydurma ifadesiyle dâhil edilerek dört buçuk yıl hapse mahkûm edilince, içeride toplamı bin sayfayı bulan 9 ciltlik Yol dizisini hazırlayarak bu çizginin karşısında yerini almıştır. Bu dizide partinin ilk on yılını hem teorik hem de pratik gelişmeler ışığında değerlendirmekte ve yeni bir yol önermektedir. Yol dizisi ilk dört ciltte Türkiye yakın tarihinin ve partinin kendisinin gelişiminin değerlendirilmesi temelinde, sonraki beş ayrı ciltte burjuvaziyi, baş müttefik olarak görülen köylülüğü, baskı altındaki yasaklı komünist hareketin legal alanı kullanma yöntemlerini, stratejik bir yaklaşımı ve (sonradan bakıldığında bütün dizinin en belirleyici cildi olarak görünen) Kürt sorununa ilişkin bir analizi ve politik öneriler demetini içeren yaklaşımıyla Türkiye komünizminde özel bir doğrultuyu temsil eden bir çalışmadır.
Bizce, Doktor’un, daha sonra girişeceği (kendisi de Türkiye komünizminin stratejik yönelişini doğru biçimde belirlemeyi hedefleyen) teorik çalışmadan, yani “Tarih Tezi”nden bile daha önemli olan ilk atılımı bu Yol dizisi ve özellikle onun Kürt sorununu incelemeye ayrılmış İhtiyat Kuvvet: Milliyet, Şark cildidir.
Kürt ve Ermeni sorunları
Doktor, Türkiye komünizminin tarihinde olumlu bir yer edinmek için başka hiçbir şey yapmamış olsaydı bile, Anadolu’nun doğu yarısı üzerinde bütünsel olarak durduğu bu kitapla hâlâ aşılmamış büyük bir katkıda bulunmuş olurdu.
Her şeyden önce Anadolu’nun doğu yarısına yaklaşımı put kırıcıdır. Buranın tarihi olarak Kürdistan ve Ermenistan’ın, kaçınılmaz olarak birbirine rakip toprakları olduğunu hatırlatır. Birinci Dünya Savaşı içinde İttihatçılarla Kürt aşiretlerinin kurduğu bir ittifak temelinde Ermeni halkını görülmemiş bir vahşet içinde katlettiklerini ortaya koyar. 1932’de yazılmış olan bu metinde elbette henüz dünya tarihine giren “soykırım” kavramı yoktur, ama 1968’de yazdığı bir başka metinde doğrudan doğruya İkinci Dünya Savaşı sonrasının ürünü olan “genosit” (soykırım) kelimesini kullanan ilk Türk Marksisti (hatta kim bilir, belki de ilk Türk) olmanın onurunu taşır.
Daha sonra gözünü Kürt sorununa çevirir. TKP, devletin resmî tezi doğrultusunda Kürt isyanlarını “emperyalizm kışkırtması” olarak nitelerken, Kıvılcımlı bunları tipik birer “köylü isyanı” olarak ele alır. Türkiye’nin Kürdistan’daki konumunu “sömürge” statüsüyle değerlendirir, ayrıca devletin politikasının bir “asimilasyon” ve “imha” politikası olduğunu belirtir. “Türkiye’nin burjuvazisi anti-emperyalisttir” diye Kürt halkının mücadelesini durdurma eğilimlerini eleştirir. Ayrı devlet kurma dâhil Kürt halkının kendi kararlarını vermesi özgürlüklerine sahip çıkar. Ayrıca Kürtlerin kurtuluşunun bütün Ortadoğu çapında gerçekleşmesi yönünde bir çözümü savunur. Kürdistan’ın bütününde bir komünist partisinin kurulmasını ve TKP’nin bu partinin oluşumuna bir ağabey gibi sahip çıkmasını savunur.
Susuş kumkuması
Sosyal mücadeleler ve düşünce tarihi içinde, var olan statükoyu rahatsız edecek herhangi bir atağın ilgili hiç kimsenin konuşmaması sayesinde bir “susuş kumkuması” kurbanı kılınması şaşırtıcı değildir. Yol için de tam tamına bu olmuştur. Kıvılcımlı, bütün bu yazıları (ya da kitapları) dört buçuk yıl sonra hapisten çıktığında parti Merkez Komitesi’ne tartışılsın diye teslim etmiş, ama hiçbir cevap alamamıştır. Doktorun, bin sayfaya yaklaşan metinleri bir işçi partisi olma iddiasındaki TKP’nin yönetici organına olduğu gibi teslim etmesinin bir hata olduğunu kabul etmek gerekir. Ama bir parti yöneticisi böyle bir çaba gösterdiğinde partinin bütünüyle susuşa geçmesi herhangi bir gerekçeyle kabul edilemez. Şefik Hüsnü ve diğer Merkez Komitesi üyelerinin tepkisi, “bunu kısalt, okunur ve anlaşılır hale getir, o zaman değerlendiririz” olmamıştır. Bu da yaşananın, “susuş kumkuması” dışında bir şekilde değerlendirilemeyeceğini gösterir.
Bu o kadar tuhaf bir durumdur ki, Kıvılcımlı 1932-33 yıllarında artık son halini almış olan bu metinleri onlarca yıl boyunca yayınlamadıktan sonra 1960’lı yılların ikinci yarısında kurmuş olduğu Sosyalist dergisinde yayınlamaya giriştiğinde diziyi şöyle tanıtmıştır:
“1932 yılları Türkiye’nin Türklerinden bir sosyalist ölmüş. Anlaşıldığına göre adam daha önce geçirdiği Sınıflar Savaşı günleriyle ilgili bir sıra incelemeler, araştırmalar denemiş. Bunları, zamanının en elverişli sandığı yoldaşlarına da yazılıca iletmiş. Örgüt çapında değerlendirilmesini beklemiş olmalı.
Bir sonuç alınmış mı, alınmamış mı? Kimse bir şey bilmiyor. Hepsi o denli mi?
Eleştirileri yazan, çizen Sosyalistin adı, sanı da işitilmiş değil. Yok olmuş adam…”
Görüldüğü gibi burada harekete ve hareketi cisimleştiren TKP’ye büyük bir sitem var. Hikmet Kıvılcımlı’nın güzergâhını anlamaya çalışan hiç kimse bu sitemi unutmamalıdır.
“Tarih Tezi”
Hikmet Kıvılcımlı, demek ki daha 30’lu yaşlarının başında, TKP içindeki Aydınlık doğrultusuna başkaldırarak Türkiye’nin koşullarına uygun bir mücadele, program ve stratejiyi savunmaya girişmiş bir komünisttir. Bugün büyük bir teorisyen olarak anılmasının temelini oluşturan ünlü “Tarih Tezi” de aslında aynı kaygıların bir ürünüdür.
Kıvılcımlı Türkiye’deki mücadelenin sağlam temellerde verilebilmesi için ülkede kapitalizmin gelişmesinde nasıl bir özgül yol izlenmiş olduğunu saptamanın gerekli olduğu kanısındadır. Lenin’in, kapitalizmin genel gelişme çizgisinden ötede, her ülkenin özgül gelişmesinin o ülkenin komünist partisinin izleyeceği yolun zeminini oluşturması gerektiğine dair yaklaşımına tam anlamıyla bağlı kalmayı kendine düstur edinmiştir. Yol dizisinin partiye teslim edilmesinden sonra 1930’lu yıllarda yürüttüğü teorik faaliyet de tam tamına bu amaca yönelik olmuştur.
Daha sonra 1965’te kurduğu Tarihsel Maddecilik Yayınları’nın ilk kitabı olarak 1965’te yayınlanan Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi kitabında bu yaklaşımı gayet berrak biçimde dile getirir:
“Bugünkü Türkiye’yi anlamak için, onun, dün içinden çıktığı, (daha doğrusu bir türlü içinden çıkamadığı) Osmanlı tarihine inmek gerekti. Osmanlı tarihinin maddesine girince, onun İslâm Medeniyeti’nde bir ‘Rönesans’ olduğu belirdi. İslâm Medeniyeti: tıpkı Grek ve Roma Medeniyetleri gibi, Kent’ten (Cite’den) çıkmış Antika (Kadim) Medeniyetlerden biriydi.”
İşte ünlü “Tarih Tezi”ni doğuran buydu: Doğrudan doğruya Türkiye komünizminin izlemesi gereken yolu saptamanın ihtiyaçları Kıvılcımlı’nın bütün bir tarih incelemesine girişmesine yol açmıştı. Yol dizisi, TKP’de neyin doğru yürümediğini ortaya koymak için yazılmıştı, “Tarih Tezi” TKP’nin doğru bir program ve strateji için Türkiye toplumunun tarihî gelişmesini nasıl kavraması gerektiğini araştırma çabasının ürünüydü. Aynen Yol dizisi gibi, “Tarih Tezi” de hapishane üniversitelerinde geliştirildi. Doktor Hikmet, Nâzım Hikmet ile birlikte 1938’de Donanma Davası’ndan 15 yıl ceza alınca bu çalışmaya yoğun biçimde ağırlık verecek olanağı buldu ve kendi tanıklığına göre çalışma 1940 yılında “yazılı” hale gelmiş oldu.
Susuş kumkumasından da öte, inkârcılık!
Kıvılcımlı’nın ilk büyük atılımının TKP tarafından bir susuş kumkuması atmosferinde yok sayılarak boğulduğunu artık biliyoruz. Öyle anlaşılıyor ki, ikinci büyük atılım olan “Tarih Tezi” ise (artık tırnaksız yazacağız) sadece susuş kumkumasına getirilmedi, aynı zamanda “haddini bil” tutumuyla karşılandı.
Önce kısaca, hiç tartışmadan, hiç değerlendirmeden Tarih Tezi’ni çok kısaca özetleyelim. Kıvılcımlı, yukarıdaki alıntıda söylendiği gibi, Türkiye’yi anlamaya çalışırken Osmanlı’ya, Osmanlı’yı anlamaya çalışırken İslam uygarlığına dönmüştü. Bu dönüş, onun kullandığı terimle “Antika Medeniyetleri”, yani “Kadim Uygarlıkları” incelemeyi gerektiriyordu. Buradan hareketle (Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni çalışmasının ayak izinde) toplumların tarihî gelişme çizgisini derinleştirmek zorunda kalmış ve sonunda modern dönemin “toplumsal devrim” kategorisinin dışında, kadim toplumlar için kendisinin “tarihcil devrim” adını verdiği farklı bir devrim teorisine ulaşmıştı. Batı toplumlarından farklı olarak Doğu toplumlarında gelişmenin özgüllüğünü inceleyen birçok düşünür arasında Kıvılcımlı’nın bakışını özgül kılan, Doğu’nun farklılığını tamamen Marksist kategoriler temelinde kavraması idi.
Kıvılcımlı 1940 yılında “yazılı” hale geldiğini söylediği Tarih Tezi’ni bir çeyrek asır yayınlamadı. Bunun nedenleri üzerinde uzun uzun tartışılabilir ve tartışılmalıdır. 1940-1950 arasında Doktor hapistedir. Ama 1950’de sonra, 1958 yılında kısa bir aralık dışında özgürdür ve Vatan Partisi adını verdiği kendi kurduğu parti aracılığıyla siyasi faaliyet yürütmektedir. 1960-65 yılları arasında da yayın yapmasına bir engel olduğunu sanmıyoruz. Dolayısıyla, en azından 1950 ile Tarih Tezi’nin en önemli ürünü olan Tarih-Devrim-Sosyalizm kitabının yayınlandığı 1965 yılı arasında kitabın neden sosyalist ve hatta genel Türkiye kamuoyuna sunulmamış olduğunu henüz bilmiyoruz. Meseleyi bu açıdan tartışan herhangi bir kaynak da görmedik.
İşin bu yanı bir kenara bırakıldığında, Doktor’un Tarih Tezi’ni basılı halde olmasa da çevresine okuttuğu anlaşılıyor. “Bazı edebiyatçılar”ın (en önemlisi Kemal Tahir’in) Doktor’un yaklaşımından yararlanarak (onun amaçladığının dışında) bir tarih anlatısı (Devlet Ana) geliştirdiği Kıvılcımlı’nın kendisi tarafından defalarca ima ediliyor. Yani, geniş kamuoyunun Doktor’un Tarih Tezi’nden haberi olmayabilir ama TKP çevreleri onun görüşlerini biliyor.
Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi’nden haberdar olan solcular için söyledikleri günümüze kadar geçerliliğini yitirmemiştir. Mesela 1970 yılında yayınlanan ve Tarih Tezi’ni Marx’ın Grundrisse’de kapitalizm öncesi toplum biçimlerine ilişkin yazdıklarıyla karşılaştıran Toplum Biçimlerinin Gelişimi adlı eserinin önsözünde şöyle diyor:
“İlk karşımıza çıkacak tepkiyi biliyoruz. Türkiye gibi horoz ötmez, gün batmaz bir ülkede, ‘ne idüği belirsiz’ bir adı işitilmedik kişi Tarih tezi uydurmuş. Şimdi de tezini Marx’la karşılaştırıyor. Bu ne cür’et?”
Sonra da ekliyor:
“Türkiye’mizde özellikle solcu veya sosyalist, hatta koyu Marksist olan kişilerimizin bir güzel huyları vardır. Dünyanın yedi iklim bucağında, okyanusun derin diplerinde bir ufacık Batılı düşünce işittiler mi yeryüzünün en coşkun heyecanı ile onu kamuoyuna sunarlar. Batıdaki yazıları Türkçe’ye çevirmek için can atarlar. Türkiye’de kendi içlerinden biri aynı konuları işlemişse, yüzüne karşı ‘vallahi bilmem’ derler, ardından katıla katıla değilse bıyık altından gülerler.”
Doktor’un bu tespiti sonuna kadar doğrudur. Batı’nın taklidi üzerine kurulmuş Cumhuriyet (hatta öncesi) dönem Türkiye aydını kültürü, kendi topraklarımızdan en ufak bir yaratıcılığa olasılık tanımaz. Batı’dan gelen fikirler, yeniliğin tek kaynağıdır. Marksist aydınlar da bu entelektüel tutsaklık ortamının köleleridir.
Düşüncenin imhası
Tarihte en çarpıcı örneklerini Sokrates’in ölüm cezasına çarptırılmasında, Hallac-ı Mansur’un ulûhiyyet ve hulûl iddia ettiği gerekçesiyle öldürülmesinde veya Giordano Bruno’nun Engizisyon tarafından yakılmasında bulan, düşüncenin dolaysız biçimde cezalandırılmasının biraz daha hafif biçimi düşünce ürünlerinin imhasında görülür. Nazilerin ünlü kitap yakma törenleri bile aslında şimdi vereceğimiz örneklerden daha hafiftir zira o kitapların sadece belirli nüshaları ortadan kalkmış, ama o kitaplarda yer alan fikirlerin orijinalleri imha edilmemiştir.
Kıvılcımlı’nın bazı çalışmaları polis tarafından kelimenin en gerçek anlamıyla yok edilmiştir. Doktor’un yayınlanmamış bir daktilo metnindeki yakınmasına kulak verelim:
“1939 [1938] Yavuz davasında gerek Osmanlı, gerek İslam ‘Tarihinin Maddesi’ üzerine olan el yazmaları gizli polisçe birer suç belgesi imişçe gaspedildi. Ve bir daha, o el yazmalarının tek tük, eksik taslaklarından başka izini tozunu bulamadık. Hele Kuran-ı Kerimi satır satır izleyerek özenle temiz ettiğimiz ‘İslam Tarihinin Maddesi’ kitabının birinci cildi, bağırta çağırta yok edildi. Söz verilmişken, yıllarca sonra bulunamadığı gerekçesiyle geri verilmedi.”
Teorik çalışma yapan ve insanlık duygularını yitirmemiş herhangi birinin Kıvılcımlı’nın acısını içinde hissedeceğinden eminiz. Bu noktada, akademisyen Marksistlere hitaben kısa bir hatırlatma yapmak istiyoruz. Marksizmin en büyük düşünürlerinin hiçbiri akademisyen değildi. Marx, Engels, Lenin, Trotskiy, Rosa, Gramsci ve başkaları teorik çabalarını bir akademik kurumda yükselmek için değil devrimci faaliyeti beslemek ve zaferine katkıda bulunmak için yapıyorlardı. 20. yüzyılda ve bugün akademik çatı altında Marksist fikirler üzerine ahkâm kesen öğretim üyelerinin bunu hatırlaması yeterli değil. Ellerinin altında, özellikle bu dijitalleşme çağında ve özellikle Batı ülkelerinde kütüphane olanakları düşünüldüğünde nasıl olanaklar olduğunu hatırlamak da yetmez. Her akademik Marksistin kendisine sorması gereken soru şudur: Benim yıllarımı vererek hazırladığım tezleri veya kitapları polis ortadan kaldırdı mı? İllegalite koşullarında oradan oraya taşıdığım kâğıtlarımın arasında, Trotskiy’in başına geldiği gibi, Marx’ın rant teorisi üzerine yapmış olduğum kapsamlı bir araştırma kayboldu mu? Rosa Luxemburg gibi hapishane koşullarında yeterince bilgi edinemeden yazdığım broşürlerin yayınlanmasının yanlış olduğunu sonradan gördüm mü? Gramsci gibi, hapishane koşullarında, istediğim kaynaklara erişmek bir yana, Ezop diliyle yazmak zorunda kaldım mı?
Doktor Hikmet Kıvılcımlı gibi, Türkiye’nin, İslam’ın ve Şark toplumlarının tarihinin özgüllüğünü yakalamaya çalışırken, yılların düşüncesinin ürününün elimden alındığı oldu mu?
Biraz alçakgönüllü olun!
1960’lı yılların salkımlaşmasında Kıvılcımlı
Türkiye 1960’lı ve 1970’li yıllarda devasa bir sosyal mücadeleler yükselişi yaşadı. Kıvılcımlı 1971’de hayata gözlerini yumduğu için 1970’li yılları göremedi. Ama 1960’lı yılların dağdağasını yaşadı, potansiyelini gördü. Öyleyse Doktor’un Türkiye sosyalizminin tarihinde ne anlam ifade ettiği sorusuna cevap verebilmek için bu yıllarda doğan zorlu sorunlara nasıl yanıt verdiğini de bilmemiz gerekir.
Daha önce de başka fırsatlarla ifade ettik. TİP’in işçi kuyrukçuluğu ve halk dalkavukluğu bir yanda, Yön’ün (Doğan Avcıoğlu) ve Milli Demokratik Devrim (MDD) kampının cunta yöneliş öte yanda, 1960’lı yıllarda doğmuş olan kutuplaşmada belirleyici tutum, on yılın doruğu olan 15-16 Haziran 1970 işçi ayaklanması karşısındaki tavırdır. Kıvılcımlı bu testten geçiyor gibi görünüyor. 15-16 Haziran sonrasında şöyle yazmıştır:
“Türkiye İşçi Sınıfı hepimizden er davrandı: Kılıcını ortaya attı. Her türlü ‘Devrimci’ aydın gevezeliğine en kestirmeden keskin karşılığını bir vuruşta verdi. Artık sözün yeri kaldı mı? Aşağıdaki eleştiriyi beş-altı ay önceden beri yazmış, yayınlama olanağını bekliyorduk… Türkiye İşçi Sınıfı üstüne, bilir bilmez çok spekülasyonlar (düşünce hava oyunları) yapıldı. Biz Türkiye’nin Eneski Sosyalistleri, körün değneği gibi tek bir şey bellemiştik: ‘Başta İşçi Sınıfımız gelmek üzere’: İkinci Kurtuluş Savaşı (İkinci Kuvayimilliyecilik) olacaktı. Yeni Sosyalistlerimiz mutlak ‘Yeni’ hele ‘Öztürkçe’ söz etmek için ‘Hızlı’ gitmeyi pek beğendiler. 27 Mayıs hepsinin gözlerini kamaştırmıştı. Soyut tartışmalar buradan doğdu.
Türkiye İşçi Sınıfının sübjektif şartları mı, yoksa objektif şartları mı, tam mı değildi, eksik mi idi? Yahut Türkiye’de bir proletarya partisi değil, küçükburjuva partisi için bile, önce Filipincil Demokrasi icazet verir miydi, yoksa ilkin Demokratik Devrim savaşı mı kazanılmalıydı gibi sürü sepet ulemalıklar almış yürümüştü. Kimi aydın gençler arasında neredeyse kan gövdeyi götürecekti.”
Burada Kıvılcımlı’nın kendine özgü ve anlaşılması güç diliyle sınıf politikasının sosyalizm ya da komünizm için çıpa olması gerektiği, 15-16 Haziran’ın da bunun geçerliliğini kanıtladığı söyleniyor.
Bu, Kıvılcımlı’nın 1960’lı yıllarda sosyalist hareketin gruplaşmasına bakışıyla da uyum içinde bir bakıştır. Ona göre, ABA’cılar [yani Aybar-Boran-Aren grubu] burjuva devrimciliğini temsil eder. Proleter devrimciliği bayrağı ise TİP dışı sosyalistlerdedir.
Ama TİP dışında bütün sosyalistlerde değil. MDD, başka yanlışlarının ürünü olarak “Proletarya Partisi gereğini ‘Şartlara’ (MDD zaferine!) bırakış” ile malûldür.
Yani Kıvılcımlı, bir Leninist olarak Türkiye solundaki bütün akımlara karşı 15-16 Haziran’da “kılıcını ortaya attı” dediği işçi sınıfının partisini savunur gibi görünmektedir.
Ama bu sağlıklı ve sağlam tutumu iki yaklaşım yara bere içinde bırakır.
Birincisi, Kıvılcımlı İşçi sınıfı partisini “TKP’nin reorganizasyonu” olarak hayal eder. 1970 yılında yayınlanan sayısız yapıtı arasında en önemlilerinden biri olan Anarşi Yok! Büyük Derleniş!’te, tek ilacı Proletarya Partisi olarak gösterir. Ama “Çocuk 50 yıldan beri doğmuş, adı konulmuştur.” Hâlâ TKP adres yani. “Proletarya Partisinin Stratejisi 50 yıldan beri ‘doğru’ çizilmiştir. Minima Programlı Demokratik Devrim Stratejisidir.”
TKP konusunda devrimci dürtüleri hâlâ ayaktadır. Partinin iç düşmanlarını iki faktörde toplar: “sefa pezevenkliği” (yani içki âlemleri) ve “yanlışları, kedi pisliğini örterce peçelemek”. Ama TKP’nin esas dinamiklerini anlayamadığı için umutsuz bir yol göstermektedir.
İkincisi, 12 Mart karşısındaki tavrıdır. Bu olay karşısında 16 Mart’ta “Ordu kılıcını attı!” başlıklı bir yazı yazarak işçi sınıfı için kullandığı terimin aynını, herhangi bir subay girişimi için değil, Genelkurmay için kullanmıştır!
Burada Hikmet Kıvılcımlı’nın Stalinizmi dolayısıyla aşamadığı ve aşamayacağı sınırlarla karşı karşıyayız. Bu sınırların yarattığı derin sorunları da bu dizinin ikinci yazısında ele alalım.
Sungur Savran’ın Gerçek Gazetesi’nde yayınlanan yazısıdır
[1] Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Günlük Anılar, Bütün Eserleri 16, İstanbul: Sosyal İnsan Yayınları, 2009, s. 170.