Üniversitelerde Neler Oluyor? | Boğaziçi’nde Bir Hayalet Dolaşıyor

Boğaziçi Üniversitesi eylemleri sonrası yeniden hareketlenen üniversitelerde son beş yılda yaşananların öğrenciler tarafından değerlendirilmesi.

Üniversiteler, Boğaziçi Üniversitesi’ne Cumhurbaşkanı tarafından atanan kayyum sonrası hareketlendi. Biz de bu hareketlenmeyi ve son beş senede üniversitelerde yaşananları öğrenci cephesinden değerlendirelim istedik.

Üniversiteler tarih boyunca siyasi iktidarlarla çatışma içerisinde olmuştur. Bu sebeple de tarihin her döneminde iktidarların hedef tahtasında yer almıştır. Baskı ve otoriteyi kendisine kol değneği yapan, adaletsizlik ve eşitsizlik üzerinden yükselen siyasi iktidarların; devamlılıklarını sağlayabilmeleri için üniversitelerdeki özgürlük ortamlarını yok etmesi gerekir.

Üniversitelerden yükselen kararlı her ses ve itiraz, örgütlenebildiği ölçüde bu iktidarların sonlarını getirecek birer tehlike niteliğindedir. Bugün AKP iktidarı da bu tehlikenin bilinciyle hareket ediyor. Kendisine karşı gelen herkesin sesini kısmak ve marjinalleştirmek gibi bir politika izliyor. Biliyor ki toplumsal hareketlerin yükseldiği dönemlerin önemli bir dinamiği, ortaya çıkışları üniversite merkezli olan öğrenci hareketleridir. Bu hareketler üniversiteye dair anti-demokratik uygulamalara karşı çıkarken zamanla memleket meselelerine de el atar ve gittikçe radikalleşir.

Neler Yaşandı?

Bu kısa girişten sonra üniversitelerde bugüne nasıl geldik onu bir özetlemeye çalışalım.

AKP iktidarı diğer bütün alanlarda olduğu gibi üniversiteleri de fethetme mantığı ile hareket etmektedir. Yukarıda bahsettiğimiz siyasal iktidar ve üniversite denklemi de tam buraya oturmaktadır.

Bu süreçte AKP iktidarı bir dizi politika yürüttü. Bu politikaların başlangıcı üniversitelerdeki muhalif, devrimci, demokrat, örgütlü öğrencilerin bastırılması oldu. Adım adım işleyen baskılama sürecinde önce okul içerisinde afiş asılacak yerler kısıtlandı, daha sonra masa açmalar yasaklandı ve afişler tamamen yasaklandı. Tüm bunların yanı sıra polisin her gün kampüslere girmesi, hukuksuz ve keyfi gözaltılar yapması olağan hale geldi. Bu süreç her okulda farklı dinamiklerle işledi elbette.

Bu yasakların kalıcılaşması ise rektörlük seçimleri sonuçlarının tanınmaması ve Erdoğan’a yakın olan adayların rektör olarak seçilmesi ile sağlandı. Muhalif öğrenciler üniversitelerden birer birer uzaklaştırılmaya çalışılırken cihatçı ve ülkücü çetelerle beraber AKP Gençlik Kolları faaliyeti yürüten birtakım gruplara üniversite içerisinde yol açılmaya çalışıldı. Bu gruplar, okul içerisindeki muhalif öğrencilere de birçok kez saldırdılar. Bir süre devam eden bu sürecin ardından muhalif öğrencilere yönelik soruşturmalar ve tutuklamalar furyası başladı.

Yine bu dönemde ülke genelinde de ses çıkarmaya çalışan herkese aynı muamele uygulanıyor, gözaltıların ve tutuklamaların ardı arkası kesilmiyordu. Başta Twitter olmak üzere sosyal medya paylaşımları ve muhtelif bahanelerle muhalif dinamiğin üzerine gidiliyor; korku atmosferi oluşturularak toplumun sinmesi hedefleniyordu. Bu süreci 2014-2015 sonrası olarak tarihlendirebiliriz.

Öğrenciler “yeni” yasaklarla karşılaşırken değişen yönetimler (rektör, dekan, bölüm başkanları vb.) ve ardından gelen KHK’ler ile öğrencilerin hak mücadelelerini destekleyen ve baskılar karşısında susmayan birçok akademisyen üniversiteden tasfiye edildi. 15 Temmuz sonrası yaşanan OHAL’de çıkarılan KHK’lerle “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisi bahane edilerek üniversitelerde muhalif akademisyen avı başladı ve birçok akademisyen bu süreçte üniversitelerin dışına itildi.

Bir diğer önemli nokta, iktidarın kendisine hedef olarak seçtiği pilot üniversitelerde yaşanan durumlardı. İstanbul Üniversitesi, Ankara Üniversitesi ve ODTÜ başta olmak üzere; Ege, Anadolu, Dokuz Eylül ve Boğaziçi pilot üniversiteler arasında yer alıyordu. Ankara ve İstanbul Üniversitesi’ndeki baskılar neredeyse birebirdi. İktidar bu iki üniversiteye yönelttiği saldırılardan bazı sonuçlar da aldı. Daha sonra, bahsedilen diğer üniversitelere yöneldi. Yükselen karşı sesler mevcut olsa da yeterli olamadı, iktidar buradaki muhalif güçleri büyük oranda bastırdı. Sıra ODTÜ’ye geldiğinde diğer üniversitelerden daha zor bir durumla karşı karşıya kalan iktidar, diğer üniversitelerde aldığı başarıyı burada yakalayamadı. Rektörü değiştirdi, her eyleme saldırdı ve saldırılarını giderek arttırdı ama buradaki örgütlü güç varlığını korumaya yine de devam etti.

Rektörlük Seçimleri/Atamaları?

Son süreci değerlendirmeye geçmeden kısaca rektörlük tarihinden bahsetmekte fayda var. Türkiye’de 12 Eylül darbesinden sonra 1981’de 35 yıldır devam eden seçimler kaldırıldı. Yeni düzenleme ile birlikte 1992 yılına kadar rektörler Cumhurbaşkanı tarafından atanarak göreve geldi. 1992 yılında Boğaziçi Üniversitesi’nde gayriresmî seçimler gerçekleşti ve buradan çıkan sonuçlar YÖK’e bildirildi. Bu gayriresmî durumu ortadan kaldırmak için bir yasa çıkarıldı. Yasa, halihazırda fiili olan seçimlerin gerçekleştirileceğini, buradan belirlenen altı adayın YÖK’e bildirileceğini, YÖK’ün seçtiği üç adayın Cumhurbaşkanı’na gideceğini öngörüyordu. Son tahlilde Cumhurbaşkanı bu üç aday arasından istediğini atayacaktı.

2016 yılına kadar devam eden bu sistem, seçimleri yine etkisiz kılıyordu. Fakat Boğaziçi’nde birinci çıkan aday dışında kimse rektör olmuyor ve Cumhurbaşkanı’na da birinci çıkan adayı seçmek kalıyordu. 2016’da çıkarılan bir KHK ile rektörlük seçimleri kaldırılmış oldu. Devlet üniversitelerinde Cumhurbaşkanı YÖK’ün önerdiği üç isim arasından rektörü kendisi belirleyecekti. Zaten göstermelik olan rektörlük seçimleri böylece kaldırıldı. 2016’ya kadar Boğaziçi Üniversitesi’nde hiç seçilmemiş bir rektör bulunmamıştı. Ta ki AKP Eskişehir Milletvekili’nin kardeşi Prof. Dr. Mehmet Özkan’a kadar.

Bu süreçte birçok rektör skandalı yaşandı. ODTÜ’ye üniversite öğrencilerinin irade ve seçimi dışında atanan Verşan Kök’ün meşruluğu tartışmaya açık dahi değildir. İstanbul Üniversitesi’nde seçimlerde birinci seçilmiş Raşit Tükel’in atanmaması üzerine gerçekleşen eylemler Mahmut Ak’ın rektörlüğünü sorgulatmıştır. Yine bu iki üniversitede gerçekleşen her büyük eylemde bu rektörlerin atanmış oldukları yüzlerine vurulmaktadır. Dokuz Eylül ve Ege Üniversitesi’nde de aynı şekilde şaibeli rektör atamaları yaşanmıştır. Ayrıca rektör atanan üniversitelerdeki skandallar her gün farklı şekillerde açığa çıkmaktadır. Boğaziçi eylemleri sonrası birçok üniversitede gerçekleşen eylemlerde temel vurgu kendi üniversitelerinde atanmış olan bu rektörler olmuştur. Tabii bunlar Boğaziçi’ndeki kadar görünür olmadığı için etkisi de şimdilik sınırlıdır.

Boğaziçi’nde Olan Ne?

Özellikle pandemiyle beraber meşruiyet sorunu yaşayan iktidarların otoriterleşme eğilimlerini ne kadar arttırdığı bir süredir tartışma konusu. Gücünü gittikçe yitiren ve ekonominin giderek kötüleşmesiyle birlikte epey bocalayan iktidarlar bu eğilimi gerçekleştiriyor. Türkiye’de de mevcut tabloya uygun bir şekilde; ekonomik gidişatın kötülüğü, iktidar partisi içi sorunlar ve kitle tabanında erime, otoriterleşmedeki artışı beraberinde getiriyor. Yine de bu sorunların yanı sıra iktidarın hala devletin bütün kademelerinde önemli bir güç sahibi olduğu ve yönetimdeki keyfilik anlamında hiç olmadığı kadar rahat davranabildiği unutulmamalı. Yukarıda da bahsedildiği üzere keyfilik, her toplumsal kurumda hakimken üniversiteler de bu işleyişten azade değil ve yönetim kadrosunu istediği gibi şekillendirebilmek Erdoğan için hiç de zor değil.

Boğaziçi’ne atanan kayyum da bu tartışılan ama ekonominin arkasında kalan gündemlerin üzerine geldi. Devletin her organında bu kadar açık bir keyfilikle hareket eden ve istediği kişiyi rektör olarak atayan Erdoğan, Boğaziçi’nde de gidişatın istediği gibi seyredeceğini düşünmüş olmalı. Tıpkı 2016’da olduğu gibi.

Erdoğan’ın 2016’daki atamasında rektörün Boğaziçi’nden yani “kurum içinden” olması sebebiyle öğrenciler dışında pek de itiraz edilmemişti, aman tadımız kaçmasın modunda hareket ediliyordu. Bugün bu atama hem kurum dışından olması hem de AKP ile direkt bağı olan biri olması sebebiyle eleştiriliyor.

Evet, Boğaziçi’nin geçmişten gelen bir dinamiği var ve özellikle öğrenciler tarafından bu gibi antidemokratik uygulamalara genellikle tepki gösterilmişti. Ama başka bir faktör de var ve bunu es geçersek doğru bir değerlendirme yapmış olmayız: Bu keyfiliğe karşı biriken öfkenin açığa çıkması ve kendine akacak kanal bulmuş olması.

Belediyelere atanan kayyumlar, STK’lara kayyum atamanın yasallaşması, seçimlerin tanınmaması, anayasanın daha otoriter bir yapı için değiştirilmesi… Tüm bunları denkleme dahil ettiğimizde biriken öfkenin nerelerden geldiğini anlayabiliriz.

Ayrıca eklememiz gereken bir diğer konu iktidar paydaşlarından olan sağ muhafazakâr cenahta konuşulanlar. AKP iktidarı, kültürel muhafazakâr hegemonyayı kuramadı. İktidarın üniversitelerde oluşturmak istediği anlayış ile üniversitelilerin düşünceleri arasında bir zıtlık var. Bunu AKP’nin üniversitelilerden aldığı oylara bakarak da görebiliriz. Bu hegemonya kurulamadıkça iktidarın üniversiteler üzerinde izlediği politikalar pek de karşılık bulamıyor.

Boğaziçi’ne atanan kayyum rektör ile beraber açığa çıkan dinamik iktidarın gözünde direkt Gezi’yi canlandırdı. Boğaziçi Üniversitesi’ndeki eylemden sonra gelen ev baskınları iktidarın ne kadar korktuğunun bir göstergesi. İktidar buradan kendisine karşı çıkabilecek bir ayaklanmayı baskı, sindirme ve ayrıştırma ile engellemek istedi. Eyleme katılanları terörize etmeye çalışarak Boğaziçi’ne yapılacak desteğin önüne geçmek istedi ve bunu artık gına gelen “terörist” söylemi ile yaptı. İktidarın bu söylemi öğrencileri ayrıştıramadı, öğrenciler daha da yakınlaştılar.

Daha sonrasında gelişen eylemler ilkini aratmayan düzeyde gerçekleşti. Üniversitelerdeki baskılar ve saldırıların sadece Boğaziçi’nde yaşanmadığının bütün üniversiteliler bilincindeydi. Bu gibi saldırılar karşısında öğrenci dayanışmasının öneminin farkında olunarak hareket edildi. Boğaziçi Dayanışması devam eden eylemlerdeki söylemleriyle ve hareket planıyla görünür olmayı başararak odak olmayı başarabildi. Bunu üniversitedeki kulüp ve topluluklarla yaptı. Ayrıca akademisyenlerin geniş katılımıyla gerçekleşen eylemler de oldukça moral ve güç kaynağı oldu. Akademisyenlerin bu sürece geniş katılımı da oldukça etkili ve önemliydi. Peşi sıra birçok üniversiteden, kentten ve ülkeden Boğaziçi’ne destekler geldi. İzmir’deki üniversitelerde de atanan kayyum rektörlere karşı eylemler başladı.

Bu gidişat eriyen ve gücü gittikçe zayıflayan iktidarın sirenlerinin çaldığını gösteriyor. Evet, bugünden yarına öyle topyekûn bir değişimi getirmeyecek bu olaylar. Ama önümüzdeki günlerin epey hareketli geçeceği aşikâr. Yine toplumsal mücadelenin en ön safını üniversite gençliği aldı. Dinamik ve dönüştürücü gücünü kullanarak belki de önümüzdeki hareketli sürecin öncülüğünü de yapacak.