Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem Demokrasinin Güvencesi midir?

İstihdam oranının %42’ye düştüğü, pandeminin en çok işçileri öldürdüğü ve yoksullaştırdığı bir ülkede yaşamı üretenlere güvenceli ve sömürüsüz bir gelecek vaadini içermeyen bir demokratikleşme programı işçiler nezdinde büyük oranda kayıtsızlıkla karşılanacaktır.

Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem’in tesisi hedefi faşizme karşı birleştirici bir çerçeve sunabilir mi?

Merkezinde CHP’nin durduğu restorasyon cephesi, topluma içinde bulunulan aşırılıklar ve çılgınlıklar anından çıkış için tek olası makul hedef olarak eskiye dönüşü gösteriyor. Zaman zaman kimi nüanslı yaklaşımlar öne çıksa da esas olan eski rejimin, büyük oranda eski parametreleriyle yeniden kuruluşu. Teknokrat bir ekonomi yönetimi, kolları birbirine dolanan bir ahtapot görüntüsü veren Başkanlık rejiminin ilgasıyla parlamentoya yeniden geniş bir alan açılması, eksen değişikliği tartışmalarının rafa kaldırılması, neo-Kemalist bir ideolojik çerçeve ekseninde restorasyon. Merkezinde egemen sınıf fraksiyonlarının bulunduğu bir hareket açısından anlaşılır bir çerçeve.

Böylesi bir çerçevenin toparlayıcılığı sağ kanat içindeki bölünmenin varlığından güç alıyor. MHP’den ve AKP’den kopan partiler ılımlı bir merkez çizginin oluşumu konusunda düzen solu ile ortak tutum alabiliyor. Yerel seçimlerde elde edilen sonuçlar ise bu stratejiye bir başarı hikayesi desteği de sağlıyor.  HDP ise de facto bir biçimde bu eksen ile koordinasyon halinde. Parti merkezi herhangi bir ittifak içinde olmadıklarını açıklasa da HDP’nin desteğinin restorasyon cephesi açısından ne kadar önemli olduğunun buradaki en milliyetçi unsurlar bile farkında.

Demirtaş’ın son açıklamaları HDP’ye içinde bulunduğu de facto ilişkilenmeyi de jure bir statüye yükseltme yönünde bir itme sağlamayı amaçlıyor. Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem önerisini formüle ederken “her türlü şiddete son verme” amacıyla siyasi inisiyatif geliştirilmesi çağrısı da yapıyor.

Faşizm koşullarında iktidar değişikliği sağlamanın bir seçim kazanmaktan çok daha fazlasını gerektirdiği ortada. Bu anlamıyla faşizmin yağma ve imha siyasetinin zirve yaptığı koşullarda restorasyon cephesini ana hedef haline getirmek anti faşist mücadelenin kendi ayağına sıkması anlamına gelecektir. Bu cephenin bütünlüğünü koruması ve varlığını güçlendirmesi Saray rejimini telaşlandırmakta ve hataya zorlamaktadır. Bu açıdan geleceğin konusu olan bir siyasi rekabete şu anda olması gerekenden fazla anlam yüklemek faşizm ile mücadele görevinin ağır koşullarından bigâne olmanın ifadesidir. Her fırsatta en keskin lakırdıları işkembe-i kübradan sallamak çoğu zaman ezilenin derdiyle tasalanmaktan ziyade tuzu kuruluk ifadesidir.

Lâkin sosyalistlerin, Horkheimer’in faşizm ve kapitalizm arasındaki ilişki üzerine veciz ifadesini de asla unutmaması gerekmektedir: “Kapitalizmden bahsetmek istemeyen faşizm konusunda da susmalıdır.” Günümüzde siyasal demokrasilerin dünyanın her yerinde büyük bir baskı altında kalmasını sağlayan, demokratik gerileme ve otoriterleşme süreçlerini tetikleyen olgunun ne olduğunu anlamadan yapılan değerlendirmeler faşizmle mücadeleyi başarısızlığa mahkûm ediyor. Burjuva demokrasilerinin katili kötü popülist liderler değil onlara istismar edebilecekleri aşırı toplumsal eşitsizlikler sunan neoliberalizmdir. Faşist hareketler, düzene yabancılaşan emekçi sınıfların öfkesinin üzerinde yükselmektedir. Bu kesimleri kazanmayan ve onların büyük oranda nefret ettikleri makul, ılımlı merkezleri yaratarak faşizmle mücadele edebileceğini sanan odaklar başarısızlığa mahkûm görünmektedir. Amerikan seçimleri bu açıdan iyi bir deney düzeneği sunmaktadır. Sanders’ın radikal sosyal demokrat programını kenara iten ve Biden’in aşırılıklardan kaçınan ılımlı merkez politikalarıyla Trump karşısında durmaya çalışan düzen demokratlarının alacağı sonuç, ılımlı merkezin faşist hareket karşısındaki ezikliğinin bir örneği daha olabilir.

Zombi neoliberalizmin dizginlenemeyen aşırılıkları alt sınıflarla egemen sınıflar arasında yapılan “mülkiyete saldırmama karşılığında sürdürülebilir bir yaşam standardı” zımni anlaşmasına dayanan burjuva demokrasilerinin zeminini oydu. Sosyalizmin ilk denemesinin başarısızlığında kendi ebedi zaferini görenler rakipsiz kaldıklarını düşündükleri andan itibaren dizginlerinden boşalttıkları aşırılıkları ile kendi demokrasilerini boğmakla meşguller.

Bu açıdan bugün demokrasiye burjuva bakışın alametifarikası olan siyasi/iktisadi ikiliğini aşmaya dönük bir girişim olmaksızın ve bu sayede işçi sınıfı demokrasi mücadelesine köklü bir biçimde kazanılmaksızın faşizmle mücadele edilemez. İstihdam oranının %42’ye düştüğü, pandeminin en çok işçileri öldürdüğü ve yoksullaştırdığı bir ülkede yaşamı üretenlere güvenceli ve sömürüsüz bir gelecek vaadini içermeyen bir demokratikleşme programı işçiler nezdinde büyük oranda kayıtsızlıkla karşılanacaktır.

Önümüzdeki günlerde Saray rejimi seçimleri kazanamamasını mucize haline getirmeyi hedefleyen dönüşümleri gerçekleştirmeye çalışacak. Dolayısıyla mücadele araçlarını seçimlere indirgemeyen, demokrasi programını da parlamenter rejime dönüşle sınırlamayan, demokrasi anlayışını sadece yasalar önünde soyut bir biçimiyle değil toplumsal üretimin paylaşılması açısından da gerçek, maddi, hissedilir bir eşitlik tesisi hedefi olarak geliştiren bir politik aktör inşasına ihtiyacımız var. Restorasyon cephesi bunun karikatürü bile olamaz.