Bir Toplum İnşacısı Olarak 21. Yüzyıl Sosyalizmi – M. Sinan Mert
Neoliberalizm, toplumu egemen sınıfların iradesiyle çözme girişimi idi; 21. yüzyıl sosyalizmi ise toplumu ezilen sınıfların direnişiyle yeniden inşa edecek.
“ …. neoliberal siyasi rasyonalite bütünlük kazandığında, her alanda sadece homo economicus var olduğunda, siyasi alanın kendisi ekonomik terimlerle yorumlanır olduğunda, insanların insan sermayeleri olarak şekillendirilmesiyle birlikte demokratik yurttaşlığın zemini, yani siyasi egemenliğini önemseyen ve müdafaa eden demos ortadan kalkar.” (Brown, W. “Halkın Çözülüşü”, s. 76, Metis) Neoliberalizm karşı-devrimini büyük oranda toplumsal olanı çözerek, Thatcher’ın deyimiyle “Toplum diye bir şey yoktur” vaazıyla yola çıkarak başardıysa bugün solun gücünü tahkim etmesi de bu çözülmeye karşı toplumu yeniden inşa edecek bir karşı hegemonya projesi inşa etmeden mümkün olabilir mi?
Neoliberalizm, kişisel sermayelerin birbiriyle yarıştırıldığı, insanın insanın kurdu olduğu, bütün hayatın ekonominin kar/zarar ilkesi ekseninde yeniden düzenlendiği bir cangıl kurguladı ve bunu da büyük oranda yarattı. Bu cangılda kazananlar da kaybedenler de bunu kendi kişisel meziyetlerinin ve tercihlerinin birer sonucu olarak görüyorlar. Oysa neoliberalizm son kertede eşitsizliklerin yeniden üretilmesini toplumu görünmez kılarak başaracak bir yapı ortaya çıkarmayı hedefliyordu ve karşımızdaki yapı budur. Bütün bir toplumun yarattığı değerleri %99’ların aleyhine %1’lerin elinde toparlamayı hedefleyen bir yapı, kendi mekanizmalarını yaratarak bugüne kadar ayakta kalmayı başardı. 2008’deki büyük kriz, sürdürülemez olmasını ortaya koymasına rağmen giderek zombileşen bir halde hayata tutunmaya çalışıyor. Ancak krizin etkisi Durkheim’in anomi dediği toplumsal karmaşa halini daha da göze batırır hale geliyor. Krize ve bu büyük alt üst oluşa neredeyse tüm dayanışma mekanizmalarından yoksun kalmış bir şekilde yakalanan milyonlar kabilesel dayanışmaya sığınabilmek adına neofaşist hareketleri güçlendiriyorlar.
Bugün küçük köylü üretimi de kendi başına çalışan zanaatkâr üretimi de büyük oranda yok oldu. Otarşi amacıyla üretim yapan topluluklar ortadan kalktı. İşçi sınıfının politik etkisi azalmasına rağmen proleterlerleşme her yerde büyüdü, genel meta üretiminin çarkının dışında kalabilmek ise neredeyse imkânsızlaştı. Bu aynı zamanda meta üreten her işçinin bir başkası için üretim yaptığı anlamına geliyor. Genelleşmiş meta üretimi toplumun tüm bireylerini kendi ihtiyaçlarını değil de toplumun diğer üyelerinin ihtiyaçlarını üreten bir işbölümünün parçası haline getirirken toplumun olmadığına dair bir ideolojinin bu seviyede etkinlik kazanması nasıl anlaşılmalıdır? Neoliberalizm hiç kuşku yok ki hiçbir yerde kimi cemaatleşme eğilimleri ile sentezlenmeden ayakta kalamadı, birçok noktada dinci ve milliyetçi ideolojilerle sentezlenerek hayatını sürdürebildi. Ancak bu cemaatleşmeler gerçek anlamda bir toplumcu düşünceyi savunmadılar, toplumun içindeki gerçek gerilimleri görünmez hale getirmede neoliberalizme destek oldular, hatta sahte cemaatler olarak neoliberalizmin toplumu ve alt sınıfların yarattığı meydan okumayı çözmesinden faydalandılar. Özellikle dincilik sadece İslam dünyasında değil, Latin Amerika başta olmak Hıristiyan ülkelerde de tarihsel olarak deneyimli olduğu “köleleleştiren dayanışma ağlarıyla” giderek güçlendi. Erdoğan AKP’sinin cemaatlerle bağı, Trump ve Bolsanaro’nun Evanjelik kilisesiyle ilişkisi ile birçok açıdan benzerlikler taşıyor.
Sol, tam da bu çözülmeye karşı bireyi değil de toplumu esas alan yeni bir vatandaşlık hukuku inşa edemez mi? Bireyi toplumun kölesi yapan bir tarihe dönüş değil burada önerilen muhakkak ki… Daha ziyade anomiyi bir örgütlenme ve yeniden ayağa kalkma fırsatı haline getirmek için karşı paradigma üretimi için bir çıkış noktası olarak düşünülmeli. Böylesi bir karşı paradigma kuramadan, kapitalist aklın sınırları içinde kaldığımız oranda geliştirdiğimiz kriz karşıtı politikalar da etkisizleşiyor, ağızdan çıkar çıkmaz yıkıcı içeriğini kaybediyorlar.
İşsizliğin faturasını iş bulamayan bireye değil de sisteme çıkaran bir vatandaşlık hukukunun propagandası gerçekçi değil midir? Küresel kapitalizm içine girdiği yönelimde sürekli artık nüfuslar yaratıyorsa ya da Türkiye finans kapitali gibi geleneksel olarak kısa yoldan kar getiren beton yatırımlarını, teknoloji ve istihdam üreten uzun vadeli yatırımlara her zaman tercih eden bir egemen sınıfın yarattığı krizler, bu sonucun ortaya çıkmasında hiçbir sorumluluğu olmayan milyonları işsiz bırakıyorsa bunun faturası işsizin omuzlarına nasıl yıkılabilir? Gerçek bir toplum, kendi ihtiyaçlarını üretmek için toplumsal üretim çarkının, genelleşmiş meta üretiminin parçası haline gelmiş bir öğesini açlık ve yok oluşa terk edebilir mi? İşsizlik bu anlamıyla milliyetçiliğin ve dinciliğin sahte cemaat hüviyetlerini onların yüzüne tek başına vurabilir. İşsizin, sadece işsiz kaldığı için toplumsal zenginlikten pay alma hakkını kaybeden bir kişinin milleti ve dini nedir?
Solun vatandaşlık hukukunda, toplumun parçası olan hiçbir bireyin toplumsal zenginlikten pay alma hakkı engellenemez. Toplum için üreten herkesin emek gücünü ve yaşamını yeniden üretmesi için gereken koşullar, toplum tarafından sağlanır. Bunun için gereken kaynaklar ise neoliberalizmin yarattığı devasa gelir adaletsizliğinin bir yeniden paylaşımla düzeltilmesi ile sağlanır. Solun vatandaşlık hukukunda, çalışmak ile yaşamsal ihtiyaçları karşılayabilmek arasındaki zorunlu bağ ortadan kalkar. Toplumun kendisi bireye sağlanan güvencenin temeli haline gelir. Neoliberalizm, toplumu egemen sınıfların iradesiyle çözme girişimi idi; 21. yüzyıl sosyalizmi ise toplumu ezilen sınıfların direnişiyle yeniden inşa edecek.
Ezilen sınıfların bunu başarabilmesi ise 21. yüzyıl devrimcilerinin, sosyalizmi günümüzün ihtiyaçları doğrultusunda yeni bir içeriğe, dile, kararlılığa ve yırtıcılığa kavuşturması ve onu büyük bir enerjiyle öz sahiplerine taşımasıyla ile mümkün olabilir ancak.