Feminist Sanat – Tuğçe Kesim
Günümüzdeki feminist sanat tarihçilerinin büyük bölümü için sorun; değiştirilemez, biçimsiz “büyüklük standartları” değil, “bu standartların dayanağını oluşturan değerlerdir”; yani “erkek kültürünün kısmi değerleri ve standartları”.
Çeşitli ülkelerde ortaya çıkan feminist hareket, politik alanda olduğu kadar sanatsal alanda da yankı uyandırmıştır. 1960’lı yıllar özellikle ABD’de cinsiyet ayrımcılıklarının, ırkçılığın, ötekileştiren her türlü tavrın sorgulandığı, toplumsal dönüşümlerin yaşandığı bir dönem olmuştur. 1960’ların sonlarında ortaya çıkan feminist sanat, bu dönemde feminizmin etkisiyle ataerkil sistemi sorgulamış ve kadınların müzelerde, çeşitli sanat kurumlarında ve sanat tarihindeki temsiliyetlerini sorgulamıştır. Tarihsel süreç içerisinde değerlendirdiğimizde de kadınların toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin yaratmış olduğu ayrımcılık nedeniyle sadece kadın oldukları için sanatın birçok alanından dışlandıklarını ve çoğunlukla da eserlerinin geri planda kaldığını görebiliriz. Bu anlamda feminist sanatçıların, sanat tarihçilerinin bu mücadele bilinciyle ortaya koydukları eserler feminist sanat olarak ifade edilmiş ve feminist sanat olgusuyla birlikte sanat tarihinde göz ardı edilen pek çok kadın sanatçı görünür kılınmıştır.
1971 yılında Linda Nochlin’in “Neden Hiç Büyük Kadın Sanatçı Yok?” adlı makalesi sanat tarihinin feminist bakış açısıyla sorgulanmasında büyük bir öneme sahiptir. Sanat tarihinde göz ardı edilmiş olan kadınlar üzerinde yaptıkları araştırmayla birlikte 1976’da Nochlin ve Ann Sutherland Harris, Los Angeles’ta “Woman Artists 1550-1950” adlı sergiyi açarlar. Bu sergi daha sonra Brooklyn, Pittsburgh ve Austin gibi çeşitli yerlerde yinelenir.
Linda Nochlin sanat alanında erkeklerin daha rahat çalışma koşullarına değinirken aynı zamanda kadınların hem sanatçı olup hem de yemek, temizlik, bebek bakıcılığı gibi işleri yapabilecek durumda olmadıklarına vurgu yapar. Toplumsal cinsiyetin yaratmış olduğu kadınların ev içi işleriyle ilgilenmesi gerektiği, tüm alakasını eş, ev, çocuk idaresi gibi işlere yönlendirmesi gerektiği bilincinin kadınlara ve toplumun birçok kesimine empoze edilmiş olduğunu ve bu anlamda kadınlara ya “evlilik” ya “kariyer” gibi sadece iki seçenek sunulmuş olduğunu da belirtir.
Nochlin yapmış olduğu çalışmalarla sanat tarihine büyük bir katkı sunmuştur ancak erkekler tarafından tanımlanan “büyük sanatçı” kavramını sorgulamadığı için de eleştirilmiştir. Norma Broude ve günümüzdeki feminist sanat tarihçilerinin büyük bölümü için sorun; değiştirilemez, biçimsiz “büyüklük standartları” değil, “bu standartların dayanağını oluşturan değerlerdir”; yani “erkek kültürünün kısmi değerleri ve standartları”. (Antmen, 2008: 17)
Toplumsal cinsiyetin kadınlara ve erkeklere yüklemiş olduğu roller iki cinsin de farklı deneyimler ve birikimler doğrultusunda dünyayı farklı bakış açılarıyla algılamalarına neden olmuştur. Kadınların yaratma, yorumlama, imgeleme gibi süreçleri de yine toplumsal cinsiyetin etkisinde kalmıştır. Bu farklılıklar biyolojik farklılıklar değil daha çok iki cinsin de farklı deneyimlerinden kaynaklanmaktadır. 1970’li yıllar feminist sanatın yükselişi açısından oldukça önemli yıllardır. Bu yıllarda sanat tarihi alanına sunulan katkılarla bir dönüşüm yaşanırken kadınların da kendilerini farklılıklarının bilinciyle eserlerinde ortaya koydukları önemli bir dönem olmuştur. Başlangıçta eşitlik talepleriyle kadınların seslerini yükselttikleri bu mücadelede artık farklılık politikalarının ön plana çıkarılmak istendiği, kadınların ürettikleri eserlerde “erkek gibi olmak “ değil de özgül kadın bakış açılarıyla üretme fikri benimsenmiştir. Sanat alanında feminist bir başkaldırı gerçekleştiren sanatçılar ve sanat tarihçileri yine bu dönemde kendi içlerinde de çeşitli örgütlenmeler sağlayarak birçok protestolar gerçekleştirip, erkeklerin tekelinde olan yayınlara alternatif kadın yayınları çıkarmışlar, çeşitli sergiler düzenleyip, yeni galeriler açmışlardır. ABD’li feminist sanatçı Judy Chicago’nun kadın dayanışmasını yansıtan kolektif bir emeğin ürünü olan Yemek Daveti (1974-1979) adlı çalışması feminist sanatın ilk örneklerinden birisidir. Chicago’nun bu enstalasyonunda sanat alanında görünmez kılınan, tarihsel süreçte unutulmuş onlarca kadın tekrardan gün yüzüne çıkarılmıştır. Bu eser feminist sanatın en simgesel yapıtlarından birisi olarak anılmaktadır.
Sanat ve sanat tarihi alanında 1970’li yıllarda ortaya çıkan feminist sanat olgusu sadece ABD’de değil İngiltere’de de neredeyse eş zamanlı olarak kendisini göstermiştir. İngiltere’de ortaya çıkışından itibaren daha çok Marksist ideolojiyi benimseyen feminist sanat bu ülkedeki kuramsal, teorik tartışma düzeylerini de yansıtmaktadır. İngiltere’de feminist sanat daha çok ideolojilere yönelikken ABD’de feminist sanat imgelere yöneliktir. Lucy Lippard ve Linda Nochlin’in çalışmaları İngiltere’de özellikle feminist sanatın ilk yıllarında etkili olmuştur. Lippard daha çok Marksist, sosyalist ideolojiye yakınlığıyla bilinir. Bu durum çalışmalarında sınıf analizleri, egemen moda ve sanatçı temsillerini sorgulamasıyla da sıklıkla gözlemlenmektedir. ABD ve İngiltere merkezli ortaya çıkan feminist sanat tarihsel süreç içerisinde birinci kuşak feminist sanat ve ikinci kuşak feminist sanat olarak ikiye ayrılmaktadır. Birinci kuşak feminist sanatçıları daha çok sanat alanında eşit temsiliyet taleplerinin yükseltilmesi ve bu alanda geçmişte kendisini var eden kadın sanatçıların gün yüzüne çıkarılması gibi çeşitli konuları ele alırlar. Bu gruptaki feministler kadına özgü niteliklerin daha çok kültürel olgular olduğunu ve kültürle birlikte değişim gösterebileceği fikrini benimserler. İkinci kuşak feminist sanatçılar ise erkeklerin inşa ettikleri kurumlardaki kadınlığın sabitliğini bozarak özgül kadın bakışına yönelirler. Daha çok göstergebilim, Marksizm, felsefe gibi disiplinlerarası alana yoğunlaşırlar. ABD’de ve İngiltere’de, birinci ve ikinci kuşak feministleri arasındaki farklılıklar daha çok akademik alt yapılardan kaynaklıdır. İngiltere’de toplumsal cinsiyet ve sınıf arasında kurulan bağ, Marksizm gibi çeşitli kuramların etkisi burada gelişen feminist sanatı da beslemiştir. ABD’de feminist sanat, sanat tarihi alanında önemli katkılar sunarken kuramsal anlamda bu alt yapıları içermediği için de geleneksel sınırlar içerisinde kalır.
Sonuç olarak feminizm tarihsel süreç içerisinde sadece ideolojik bir söylem olarak kalmamış ve yaşamın birçok alanında kendisini var etmiştir. Özellikle sanat ve ideoloji bağlamında ele aldığımızda feminist sanatta kadının varlığı incelenmiştir. Her ne kadar eksiklikleri de olsa özellikle ABD’de birinci kuşak feminist sanatı, sanatta imgelerin kadın bakış açısıyla yeniden yorumlanmasına, geçmişte ismi duyulmayan kadın sanatçıların isimlerinin gün yüzüne çıkarılmasına ve var olan sanat tarihi kanonunun eleştirel bir bakış açısıyla ele alınmasına büyük katkı sağlamıştır.